Bu Blogda Ara

Sayfalar

22 Aralık 2010 Çarşamba

DÜŞ PERİSİ





Seni gördüm rüyamda dün gece,
Seni anlattı bildiğim her hece,

Daha uzamış boyunla fidan gibiydin,
Melek olup kanattan elbise mi giydin,
 
Bir yolda yürüyorduk ikimiz yan yana,
Rüyada bile bakamdım yüzüne kana kana,

Vardık bir yere, yol oldu üç çatal,
Beğen birisini, hangisini alırsan al,

Çıktık yoldan fakat önümüzde engel var,
Bırakma beni dallar kökler etrafımı sarar,

Engellerden ilk sen kurtuldun, sen çıktın,
Bense köklere dallara dolaşıp kalmıştım,

Tuttun ellerimden yeşil bir vadiye çıkardın,
Sanki  bana yeni  bir hayat  bağışladın,

Bu ne güzel bir ortam ne kadar aydınlık,

Sensin güneş, oldun yalan hayata ışık, 
Nedense olmadı, kalamadık beraber,
Saklamıyordu almıyordu bizi hiçbir yer
Yürüdük önümüzde patika bir yol,
Yön kavramı yok ne sağ var nede sol,

Etrafımız sararmış ot ve çakıllık taşlık,
Saklamıyor bizi ormandaki çalılık,

Gelincik diyor haydi durma kaçalım
Bir yer bulup beraber sığınalım,

Kaçıyor, koşuyor hep gidiyorduk,
Belli ki birilerince takip ediliyorduk,

Koşmaktan yoruldum biz hep yaya
Kovalayanlar ise binmiş arabaya

Araba yakın belli sesi var kendi yoktu,
Bizde korku haddinden daha da çoktu,

Of yine geldik dar çok daracık bir yere,
Kader gülmez mi çınara acep bir kere,

Önümüzde dik bir kayalık var,
Bırakma beni son bir defa sar,

Yine çıktın benden önce uçurumdan,
Artık sana bakamaz oldum utancımdan,

Araba yaklaştı geliyor sesinden belli,
Gelincik durmayıp beni yukarı çekmeli,

Asıldın yukarı tuttun ellerimden,
Yüzüne bakamadım kederimden,

Nere çıktık neredeyiz hiç belli değil,
Uyandım artık gerisi rüya değil,

Düş perisi girme rüyama istemiyorum,
Uyanıp görmeyince çok üzülüyorum,

Bir sevdanın peşine takıldım gidiyorum,
Seni çok ama çok seviyorum….

14 Aralık 2010 Salı

Aferin



Aferin
Ne kadar mutluydum, nasıl mutlu olmam? Uzun zamandır başkalarında görüpte beğendiğim gocuğu (Kapüşonlu mont) babam ilçeye maaş almaya gidince almıştı. Masmavi göz alıcı bir renkte ve dış yüzeyi naylonla kaplanmış gibiydi. Onu giyip mahallede arkadaşlarımla kartopu oynamak, kardan adam yapmak, hatta yolda yüksekliği yaklaşık iki metreyi bulan kar yığınlarının altını oyup sabah namaza giden ihtiyarlara tuzak hazırlamak en büyük eğlencemizdi.
Sabahleyin erkence uyanmış, sanki başka zamanlarda zorla uyandırılan ben değilmişim gibi fırlamıştım yataktan. Yepyeni gocuğumu sırtıma almamla beraber dama çıkmam bir olmuştu. Damda geceleyin sabaha kadar yağan kar yığınını ağaçtan yapılma kürekle kürüyecek ve sonrada akmasın diye yuğacaktım. Yine eğlence var demekti. Özellikle yoldan tarafı kürümek çok büyük zevkti. Yoldan geçen arkadaşlarımızın akranlarımızın üstüne habersizce bir kürek kar atmak çok komik gelirdi bize.
Sabah sekiz gibi kar kürüme işini bitirmiştim bile. Dokuz on yaşındaki çocuğa göre ağır bir işti ama gocuğun hatırına, sevincine yapmıştım bile.  Eminle beraber püre gitmeye karar vermiştik. (Pür: Küçükbaş hayvanlara kış mevsiminde yedirmek için kesilen ladin, köknar ve katran ağacı dalı) Keseri ve kolanı alıp orman yoluna düşmüştük çoktan. Güle oynaya şakalaşa şakalaşa dal keseceğimiz yere epey geç varmıştık.
Emin benden biraz daha büyük ve daha güçlü olduğundan dalları benden önce kesmiş ve arkasına yüklenmişti bile seni mi bekleyeceğim diyerek yola koyulmuştu çoktan. Biz gelinceye kadar yaklaşık bir, bir buçuk metre yüksekliğindeki karlar erimeye başladığı için bata çıka ancak gelmiştik. Sırtımızla yükle dönmek daha da zor olacağından acele etmişti Emin. Nasıl olduysa acele ile bende biraz dal kesip üst üste yığıp en alta yerleştirdiğim en kalın dala kolanı bağladım. (Kolan: kalın örme ip) Bulunduğumuz yer köyden dört beş kilometre uzakta ve yaklaşık beş yüz metre yüksek olduğu için pürü kar üzerinde asılarak götürecektim. Bu götürme işine sürümekten dolayı sürükke denirdi.
Sürükkenin önünden asılmamla beraber eğimden dolayı hareketlenmesi bir oldu. Bende dalların üstüne bindim. Köye de Emin’den önce varacaktım bu gidişle. Aşağı doğru hızla kayan Sürükkenin en altındaki dal nereye takıldıysa aniden ters döndü. Az önce üstte olan ben defa en altındaydım. Naylon gocuğumun sürtünmeyi azaltması ile daha hızla kaymaya başlamıştık üstümdeki ağırlıkla beraber. Önce bir çalıya çarptık kız azaldı sonra bir kayaya bindirdik.
Kayanın yanında ne kadar yattım ne zaman kendime geldim bilmiyordum. Doğrulmaya kalkmaya çalıştım her tarafım ağrıyordu. Eve boş gidince dayak korkusu olmasa pürü düşünmeyecektim. Ama evde anamın korkusundan kendimi düşünmeden dalları asılmaya devam ettim. Bazı yerlerde sırtıma aldım bazı yerlerde sürüyerek asıldım.


Köye vardığım zaman akşam namazı vakti idi. Ben başımdan geçenleri anlatayım aferin alayım diye beklerken “Ne bu gocuğun hali bir günde nasıl parçaladın?” diye iyi bir sopa yemiştim anamdan.

     Ölümden dönmüşsün ne önemi var. Gocuk sağlam kalmalı…

12 Aralık 2010 Pazar

Dışarıda Kar Yağıyor



         Dışarıda kar yağıyor, lapa lapa yağan kar bir örtü gibi bir battaniye gibi tabiatın üstünü örtmekte. Bir anne şefkati ile sanki üşümesin diye sarıp sarmalamakta yeri ve ağaçları. Sarmalamakla kalmıyor çoğunun bakımına özen gösteren ana gibi aynı zamanda güzelleştirmekte her tarafı.
         Dışarıda kar yağıyor, müjdeler veriyor bahar adına. Bakmasını bilene ne ibretler ne güzellikler vardır dört mevsimin içinde. Doğumu canlanmayı anlatır bahar mevsimi, yaşamayı olgunlaşmayı sorumluluğu anlatır yaz mevsimi. İhtiyarlıktır son bahar şakaklara kır düşmesi, yanakların buruşmasıdır. Hayatın sonunu anlatır kış mevsimi ölümü anlatır. Ama Allah ölümü anlatırken bile tekrar dirilmeyi hatırlatmak için hemen arkasından ilkbaharın geleceğini müjdeler. Mevsimlerde alınacak ne ibretler vardır görmesini bakmasını bilene.
         Dışarıda kar yağıyor, kat kat örtüyor dünyanın kirini pasını. Bu kiri pası kapatırken o kadar mı estetik olur bu kapatma. Her şeyin aslını araştıracağız diye ayıpları bir bir ortaya çıkaran biz insanlara ne büyük ibrettir. Gecenin karanlığının ve bembeyaz karın her kusurun üstünü örtmesi.
         Dışarıda kar yağıyor, gökten melekler inmekte karla beraber. Hiçbir kar tanesi bir birine benzemeyen kiristalerden meydana geliyor. Hepsi altı köşeli olmasına rağmen nasıl olurda birbirine hiç benzemez. Allah ey kullarım siz benim yanımda çok değerlisiniz bakın herkese sanat eseri indiriyorum diye ders veriyor biz kullarına. Bir kitapta okumuştum; Gökten yere inen hiçbir kar tanesi bir birine değmeden temas etmeden indiğini ve bu kar tanelerinin her biri için görevli bir melek olduğunu onları kanatları ile yeryüzüne indirdiğini. Sanki yeryüzüne inen kar tanesi değil de bir korunmaya muhtaç bir bebek indiriliyor ihtimamı var bu inişte.
         Dışarıda kar yağıyor, ihtimamla yağıyor bu kar hem de kat kat bir yağış. Kar ne olursun yağ ki örtülsün kusurların üstü. Belki kusurlarla beraber dertlerimizin üstü de örtülür. Örtülür ki unutulur bazı acılar ve acı verenler. Karın yağışındaki ihtimam bizler arasında var mı? Elbette ki yok. Sevdiklerimize veya bizi sevenlere gösterebiliyor muyuz? Karşılığını göremediğimiz her davranış her tavır karşısında kar caddelere, sokaklara, dağlara ovalara değil de yüreğimize yağıyor.
         Dışarıda kar yağıyor, yüreğime kar yağıyor. Bu kar örtü olmak için değil üşütmek için yağıyor sanki. Kusurları ayıpları örten kar bu defa sert yüzünü soğuk dondurucu yüzünü sergiliyor her nedense. Yağan karda güzellikler Allahın rahmetini yansıtırken, dondurucu soğuklar da ise azabı görürüz.
          Dışarıda kar yağıyor, yüreğime azap yağıyor. Bazı kişiler Allahın rahmet özelliğinde hiç esinlenmeyi hep gazap özelliğini mi yansıtıyor acaba? Allah kendisini sevenlere azap etmezken kulları kendini sevenlere neden azap ediyor?

6 Aralık 2010 Pazartesi

 

Ey sevgili gelincik;
           Hep gelin kalmak değil, aslını koruyarak saf olmaktır, saf kalmaktır... Duru olmaktır, arı olmaktır. Masum olmaktır, masumiyetini koruyabilmektir.

Ey sevgili;

          Gelincik, özündekini diline dökebilmektir, karşıdakini toprak gibi, su gibi, hava gibi, ateş gibi sevebilmektir.

Ey sevgili;
          Gelincik, ateş sevdiğini pişirirken bazen yakar. Gelincik sevdiği uğruna yanabilmektir, gelincik sevdiğini aşk ateşiyle yakabilmektir.

Ey sevgili;
           Gelincik, toprak anadır, toprak vatandır. Hangi toprak ana olup kucaklamamıştır üzerindekini, hangi toprak yurt olmamıştır yurtsuz yuvasızlara. Gelincik yurt olabilmektir yurtsuzlara, gelincik anaolup kucaklayabilmektir. Toprak olmak yol olmaktır. Yol olmak sevgiliye ulaşmaktır.

Ey sevgili;
            Gelincik, havadır, aldığımız nefestir. Hiç gördün mü havanın beni soluma dediğini ? Gelincik solumaktır,  solunmaktır. Gelincik solunmayı bilmektir.

Ey sevgili;

           Gelincik, sudur. Her canlının hayat kaynağıdır. Su ihtiyacı olana yağmur olup yağabilmektir. Dere olup akabilmektir, ırmağa ummana kavuşabilmektir. Yudum yudum kana kana içebilmektir. Sevdiğinin ateşini söndürebilmektir. Sevdiğinle sönmektir.

Ey sevgili;

          Gelincik hayattır, hayatın özüdür. Bana bir canlı gösterki topraksız susuz havasız yaşabilsin. Kendi öz ateşi olmadan canlı kalabilsin.

Ey sevgili;

           Gelincik sen hayatsın...

           Hayat sensin, toprak sensin, su sensin, hava sensin, ateş sensin.

Ey sevgili;

            Gelincik sen anasın, sen eşsin, seninle yaşayanlar muradına ersin. Ulu yaradan her şeyi gönlünce versin...
 

SEDEF 

               Gökyüzü her zamankinden daha çabuk kararmıştı bu gün. Hâlbuki daha az önce her yer günlük güneşlikti. Geç kalmış ılık bir sonbahar öğleden sonrası idi. Ama bir anda ne olmuşsa olmuş hava hiç olmadığı kadar kararmıştı. Göz gözü görmüyordu.

               İşten çıkıp eve gitmesine daha zaman vardı ama sanki gece yarısını yaşıyormuş gibi bir hava hâkimdi ortalığa. Erken olmasına rağmen işten çıkıp eve gitmeye karar verdi. İş yerinin hemen bahçesindeki aracına doğru yürüdü. Ama aracını bulamıyordu. Kulağına uğultular geliyor ama sesin kime veya neye ait olduğuna karar veremiyordu. Biliyordu zaman daha öğleden sonra idi. Ama ne olmuşsa sanki zifiri gecelerden birini yaşıyordu. Hep kendini ortamı sorgulayarak ne olduğunu anlamaya çalıştı. Fakat nafile sebebini bulamadı. Sebebini bulamadım bari aracımı ve evimi bulabilsem diye düşündü.

                  O esnada yanaklarından dökülen gözyaşının sıcaklığını hissederek biraz kendine geldi. Kendine gelmesi ile gözyaşları daha çok akmaya başladı. Gözyaşı ile beraber hıçkırıklara da boğuluyordu. Akan gözyaşı değil kalbinden fışkıran kan pıhtıları idi sanki. Kalbi sıkışıyor ruhu daralıyordu. Hâlbuki o gözyaşlarını saklayacaktı. Bir nisan yağmuru gibi bereket saçmasını istiyordu.

                 Nisan yağmuru neden çok değerlidir bilmez bazıları. Nisan ayında denizden çıkan sedef (istiridye) sahilde ağzını açar ve aldığı bir tek yağmur damlası ile denize geri döner. Eğer aç gözlülük yapıp ikinci damlayı alsa ne olacak ama almaz. Aldığı yağmur damlası ile denize geri döner belli bir süre sonra tuzlu suyun bulunduğu ortamdan dolayı yağmur damlası midesine oturur ve rahatsızlık vermeye başlar. Bu rahatsızlıktan kurtulmak için damlayı çıkarmayı hiç düşünmez. Ve damlanın etrafını salgıladığı bir içi salgı ile sarar. Ağrı tekrarladıkça bu olay tekrarlanır. Bu olayın her tekrarında sıvı salgı katılaşmaya başlar. Bu katı madde o kadar kusursuz o kadar pürüzsüzdür ki anlatılır gibi değil. İşte bu madde inci dediğimiz maddedir. Nisan yağmuru o nedenle değerlidir. O nedenle eşsizdir. Çünkü eşsiz güzelliğe sebebiyet vermektedir.

                 Kendini yağmur yüklü bulutlar gibi hissederken gözyaşlarına hâkim olamayarak erken bir yağışa sebep olmuştur artık. Artık farkındadır ki sahilde kendini bekleyen bir sedef yoktur ve bir incisi olmayacaktır. Çünkü sevdiği sedef az önce aramış ve " Ben nisanı beklemedim. Sahilden bir damla ile denize döndüm." demiştir. "Ben incimi ondan elde edeceğim demiştir."

                Ey sedef sen olmayınca benim bulut olmamın, gözyaşlarımın nisan yağmuru olmasının ne önemi var. Bilirmisin telefonlara küstüğümü, hayata fazla geldiğimi...

                 Ey rüzgar ne olur al götür beni buradan. Çöllere yağayım çorak topraklara yağayım artık…

            Gelincik sen anasın, sen eşsin, seninle yaşayanlar muradına ersin. Ulu yaradan her şeyi gönlünce versin........

GAZOZ
GAZOZ
Küçüklüğümde ufacık bir Anadolu kasabasında yaşadım.  Kasaba dediysek belediyelik olmasına rağmen bir köyden hiç farkı yoktu.  En büyük lüksümüz tarihi geçmiş bisküvi ile bayat lokumlar yemekti. Elimize hemen hemen hiç para geçmezdi. Geçse de alış veriş yapacak dükkan (bakkal) bulunmazdı.
Yaşadığımız kasabada elektrik yoktu. Buna rağmen beş veya altı yaşında iken mazotla çalışan jeneratör yardımıyla enerjisi sağlanan sinema geldi. Ahırdan bozma birleştirilmiş iki odanın altına konulan tahta sandalyelerde film izlemek çok değişik bir duygu idi. Hayatımızın en büyük değişikliği idi. Hala ilk günkü gibi hatırlarım seyrettiğim ilk film Nasrettin Hoca idi. Hava da oynayan ışıkları takip etmek ve duvarlara bakmaktan filme bakamamıştım. Bu adamlar arkadan geliyordu ama öne nereden geçiyorlardı. Onu keşfetmek için tüm gecem geçmişti.
Birkaç yıl geçmişti aradan köyden sinema gideli yıllar olmuştu. Her köyde yaşayan ailede olduğu gibi bizim ailede de iş bölümü vardı. Sığır gütmek ve davar gütmek benim görevimdi. Benden iki yaş büyük amcamın oğlu şehre gitmiş ve şehirde de sinemaya gitmiş. Gelince beraber davar gütmeye gitmiştik. Davar keşiği bizde idi. O gün dağılan tüm davarları toplayıp çevirmek bana düşmüştü. Davarı ben çevirmesem filmi anlatmayacaktı. Bir film o kadar mı güzel olur.  Akşama kadar filmi belki beş kere anlattırmıştım. Ama asıl farklılık sinemada değildi, içtiği gazozdu değişik olan. Şöyle güzel böyle güzel diye anlata anlata bitiremiyordu.
 Ertesi günü fırsat bulunca gazoz yapmaya karar verdik. Hemen planlamaya koyulduk. sabahı çok zor ettik. Komşumuzun bahçesinden cennet gülü topladık. Topladığımız cennet gülü yaprağını bir şişeye doldurduk. İçine de bir miktar limon tuzu koyduk. Üç dört gün gölge bir yerde beklettik. Beklemenin bu kadar zor olduğunu ilk o zaman fark ettim. Sonunda gün geldi çattı. Sakladığımız yerden şişeleri çıkardık ve içtik. Ne büyük mutluluktu bizim için, ne büyük mutluluk. Gazozun tadı mı ? Çok önemliydi sanki. Önceden içmedim ki tadını bileyim…
KARPUZ KABUĞU:
 
         Çeşmeye ablamla beraber su doldurmaya gitmiştik. Ellerimizde su kabağından yapılma kaplarımızla beraber çeşmeye varmıştık. Ablam arkadaşları ile beraber konuşurken ben çeşmenin oluğuna su kabağını dayamış doldururken bir anda çeşmenin teknesine düştüğümü hatırlıyorum. Kendime geldiğimde sudan çıkarılmıştım ve çenemde alt dudağımın altından kanlar aktığını fark etmemle bendeki feryat, figan, ağlamadan dolayı ablamın çok korktuğunu hatırlarım.
 
         Annemin teyzesinin evine gidip orada kanamanın nasıl durdurulduğunu bilmiyorum. Ama bildiğim ertesi günü ilk defa ilçeye ve doktora gittiğimizdi. O zaman daha dört yaşında idim. Hastanede yattığım ve orada annemin yaşlı bir kadınla sohbet etmesi hala gözlerimin önünde. Gözlerimin önünde olan sadece sohbet değil elbette. Kocaman yeşil kabuklu top şeklindeki bir şeyi bıçakla dilimlediklerini de hatırlıyorum.
 
         Yattığım yerden hem kestiklerine bakıyor hem de neden evimize gitmiyoruz diye düşünüyordum. Yaşlı kadın bir dilimde oğlana ver sonra bir yeri şişer demişti. Getirdikleri şeyi onları taklit ederek tabiri caizse kemirerek yediğim an çok önemliydi. Tadı harika bir şeydi, bir dilim daha isteyemedim. Adının karpuz olduğunu çok sonradan öğrendiğim yiyeceğin yeşil kabuğunu bile sıyırışım hayatımda önemli bir yer tutar.
 
         Hayat işte insanın karşısına neler çıkarıyor. Çeşmede neden düştüğümü hastaneye neden gittiğimi biraz büyünce öğrendim. İki yaşında iken üşütmüş ve romatizma olmuşum. Romatizmadan kaynaklanan iltihaplar kalbime zarar vermiş aort kapakçığı görevini tam yapamaz hale gelmiş. İlçede ki doktor bunun acilen Ankara’ya gidip ameliyat olması gerekir demiş. Bu ameliyat için on bin lira gerekir demiş annemin cevabı çok manidar:
 
         -Bu parayı bulamayız. Eğer ölürse bir çocuğumuz daha olur !

Geç Kalan Ah !


           
İleri yaştaki karı kocanın hiç bir zaman çok iyi anlaştıkları söylenemezdi. Hele kadın kocasından çok şikâyetçi idi. Hayatının her döneminde kocasının tam olarak yanında olmadığından şikâyetçiydi.
Kocası da her eve geldiğinde güler yüz görmediğini anlatırdı etrafına. Fakat her şeyin farkında olan koca çevresinin en hoş sohbet insanlarından birisiydi. Arabuluculuk dünürcülük ve bunun gibi işlerde tüm çevresi adamı götürürdü yanlarında. Konuşması ile insanları ikna eder o işi bitirmeden gelmezdi.
Kadında kocasının iş bitiriciliğini bilir takdir eder fakat işlerine yardımcı olmadığından dert yanardı. Kadın sabah erkence kalkıp çoluk çocuğunu okula, kocasını da işe gönderip kendisi ahırdaki hayvanlara bakıp, mevsimine göre ot biçmeye ekin biçmeye, davar gütmeye, evin odun ihtiyacı için odun kesmeye veya bağ bahçe işlerine gider. Eğer yaz mevsimi ise bahçeden doğru yaylaya ılkıya (yaylada ki davarların yattığı yer ve süt sağım işi) gider. Süt sağım işi akşam ezanı ile ancak biter yayladan süt helkesi ile dönüş yatsı ezanlarını bulur. Bu saatten sonra eve gelip çeşmeden su doldurmak, yemek yapmak kadını canında bezdiriyordu. Fakat kocan memur bu işleri yapma bırak diyenlere de kızar, beş tane çocuğu büyütüp okutmak kolay mı derdi. Kocası işten çıkınca ev işlerine yardım ederdi ama bu yetersiz kalırdı.
Karı ile kocanın tartışmaları hiç eksik olmazdı. Bir gün kızgınlık anında eğer benden önce ölürsen mezarına kazık çakacağım, kurban keseceğim diye yemin etmişti. Kocası memurluktan emekli olduktan sonra çok fazla yaşamadı zaten. Emekli olunca karısının zorlaması ile kendini bağ bahçe işlerine fazla kaptırınca bünyesi fazla dayanamadı. Uzun süre hasta yattı. Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman kadın hala o ettiği yeminin peşinde idi. Çocukları zorla ikna ettiler böyle bir yanlış yapmaması için. Zorlada olsa ikna oldu.
Aradan zaman geçip çocuklar başka şehirlere yerleşince kadın yalnız kaldı. Çocuklarına şöyle demeye başladı:
“Çocuklarımın eşlerinizin kıymetini bilin. Ben babanızın kıymetini bilemedim. Babanız Cumhurbaşkanı gibi adamışta ben kıymetini bilememişim !"

.a


 GELİNCİĞİN YARARLARI:

Kır çiçeklerinin en güzeli hiç şüphesiz gelinciktir. İlkbahar da açan ilk kır çiçeklerinden sonra, ülkemizde nisan temmuz ayları arasında gelincikler kıpkırmızı açarak yaylaları ve ekin tarlalarını kaplar. Şehirlerde doğup büyüyen yaşayan insanlar şimdi gelinciği tanımıyor bile. Binaların arasında asfaltta ot bitmiyor ki gelincik bitsin ve büyüsün. Gelincikte kahretti herhalde bizlere. Biz ne kadar betona meraklı isek, gelincikte  o kadar doğallığa meraklı.

Gelinciğin açması tabiatın bizlere gülen yüzünü göstermesidir. Tabiat bize gülen yüzünü sergilerken bizler aynı şeyi yapmıyoruz birbirimize. Gülmeyi hatırlamak için tabiatın gülen yüzünden derleyip toplamalıyız. Gelinciği toplamalıyız ki şifa bulmalıyız.

Gelinciğin faydalarını bilmeyen bir nesiliz. Bunları bilenleri ve uygulayanları da şifacı, ilaçları da koca karı ilacı diye hor görüyoruz. Fakat gelinciğin, sinirleri yatıştı­rıcı, kuru öksürüklerde öksürüğü yumuşatıcı; daha da önemlisi, uyku getirici, rahatlık verici özelliği olduğunu bilmiyoruz. Nefes darlığı, astım, bronşit ve göğüs nezlesinde rahatlık sağlar. Kan tükürme ve kan kusmayı keser. Yanıkları iyileştirir. Yılancık hastalığına da faydalıdır.

   Gelinciğin toplanması dikkatli işçilik gerektirir. Gelinciğin taçyapraklarını buruşturmadan toplayacaksınız. Çiçek yaprakları buruşunca ve hırpalanınca, çiçeğin asıl özellikleri deforme oluyor. Sadece toplarken dikkatli olunması da yeterli değil. Bu işlemde yine dikkat ve ustalık gerektirir.  Kapalı bir odada rutubetsiz iyice kuru bir yerde, temiz bir bez üstünde kurutulması gerekir. Kurutulma işlemi yaprakların koyu kırmızı renk alıncaya kadar yapılması lazımdır. Gelinciğin kırmızı yaprakları kararmışsa kurutma başarısız olmuş çiçekler nem almış demektir. İçeriğinde rheadine vardır. İçerken kokusu çok hoş değildir. Tadı da çok içimli değildir biraz acıdır.

27 Ekim 2010 Çarşamba

çınar ağacı


Çınar Ağacı
            Büyük bir derenin kenarında çınar ağacı varmış. Bu koca çınar ağacı yıllarca çevresindeki bütün hengameye rağmen yalnız kalmış, kendini yalnız hissetmiş. Çok zaman sonra çınar ağacının dallarına bir kanarya yuva yapmış. Herkese uzak duran kimseyle bir şeyini paylaşmayan çınar ağacı kanaryaya ısınmış, hatta onu sevmiş. Onun varlığından neşe bulmaya hayat bulmaya başlamış.

             Kanaryayı o kadar sevmiş ki dalları ile onu korumaya ona yurt yuva olmaya çok alışmış. Her seher vakti hafif esintilerle onu uyandırmış, öğlenin sıcağında onu güneşten korumuş.  Akşamları yaprakları ile onu soğuktan yağmurdan korumuş ve korumaya and içmiş. Dallarının her sallanışı ile  kanaryaya şarkılar söylemiş, şiirler okumuş. Onunla vakit geçirmek o kadar hoşuna gidiyormuş ki herşeyi unutabiliyormuş yanında kanarya olunca, kanarya ile hasbihal edince.

            Ama bu hasbihal bizim bildiğimiz şekilde değilmiş. Hep çınar konuşur, kanarya susarmış, hiç ses etmezmiş. Yine de umursamazmış bunu çınar ağacı. Yeter ki kanaryası yanında olsun. Başka ne ister hayattan.

            Belli bir süre sonra bahçenin sahibi belli bir yılın üzerindeki ağaçları kesmeye karar vermiş. Kesilen ağaçları tomruk yapıp o şekilde değerlendirecekmiş. Gün gelip gitme vakti gelince
             "Kanarya gitmeni istemiyorum,  ne olur burada kal, seninle vakit geçirmek hoşuma gidiyor." demiş, ama 

             "Seni seviyorum gitme !" dememiş.

            Çınar ağacı da hiç gitmek istemiyor ama bahçe sahibinin kararını değiştiremeyeceğinide biliyor. Çaresizce gitme vaktini beklerken kanaryanın neden,

             "Seni seviyorum gitmeni ondan istemiyorum!" demediğini, diyemediğini merak edermiş.

26 Ekim 2010 Salı

GURBETTEYİM



GURBETTEYİM 

 
Görmemek için kapatmışsan bal rengi gözünü,
Kül rengine döndürmüşsün gülen yüzünü,
Sakınır olmuşsan benden sevgi sözünü,
Nerede olsa fark etmez gurbetteyim ben.

Fark eder mi sence çınar mı, yoksa çalı mı ?
Fırtına oldun döktün benim yaprağımı, dalımı,
Nasıl olsa üç beş kişi kaldırır elbet salımı,
Sen yoksan fark etmez mezardayım ben

Çiy damlası oldum, sığındım yaprağına,
Ağır mı geldim yük mü geldim dalına,
Korktum üşüdüm,koymadın bile yanına,
Şimdi yüce dağlarda donmuş karım ben,

Koca Çınar

Gelincik hakkında bilmek istediklerinizle karşınızdayım.
  Çınar Ağacı
            Büyük bir derenin kenarında çınar ağacı varmış. Bu koca çınar ağacı yıllarca çevresindeki bütün hengameye rağmen yalnız kalmış, kendini yalnız hissetmiş. Çok zaman sonra çınar ağacının dallarına bir kanarya yuva yapmış. Herkese uzak duran kimseyle bir şeyini paylaşmayan çınar ağacı kanaryaya ısınmış, hatta onu sevmiş. Onun varlığından neşe bulmaya hayat bulmaya başlamış.

             Kanaryayı o kadar sevmiş ki dalları ile onu korumaya ona yurt yuva olmaya çok alışmış. Her seher vakti hafif esintilerle onu uyandırmış, öğlenin sıcağında onu güneşten korumuş.  Akşamları yaprakları ile onu soğuktan yağmurdan korumuş ve korumaya and içmiş. Dallarının her sallanışı ile  kanaryaya şarkılar söylemiş, şiirler okumuş. Onunla vakit geçirmek o kadar hoşuna gidiyormuş ki herşeyi unutabiliyormuş yanında kanarya olunca, kanarya ile hasbihal edince.

            Ama bu hasbihal bizim bildiğimiz şekilde değilmiş. Hep çınar konuşur, kanarya susarmış, hiç ses etmezmiş. Yine de umursamazmış bunu çınar ağacı. Yeter ki kanaryası yanında olsun. Başka ne ister hayattan.

            Belli bir süre sonra bahçenin sahibi belli bir yılın üzerindeki ağaçları kesmeye karar vermiş. Kesilen ağaçları tomruk yapıp o şekilde değerlendirecekmiş. Gün gelip gitme vakti gelince
             "Kanarya gitmeni istemiyorum,  ne olur burada kal, seninle vakit geçirmek hoşuma gidiyor." demiş, ama 

             "Seni seviyorum gitme !" dememiş.

            Çınar ağacı da hiç gitmek istemiyor ama bahçe sahibinin kararını değiştiremeyeceğinide biliyor. Çaresizce gitme vaktini beklerken kanaryanın neden,

             "Seni seviyorum gitmeni ondan istemiyorum!" demediğini, diyemediğini merak edermiş.

Ormanın en güzel yerinde yaşayan bir gelincik varmış. Gelincik o kadar güzelmiş ki bırakın diğer gelincikleri tüm ormandaki çiçekler bitkiler onu kıskanırmış. Çünkü onun güzelliği sabah güneşi gibi tekrar can verirmiş uyuyan doğaya. Her an güzel, her an canlı, her an alımlı imiş. Bir gün bu güzelliğe koca çınar ağacıda tutulmuş. Tutulmuş ama ne tutulma. Sert yapısı ile meşhur olan koca çınar ağacı sanki incecik bir dal gibi salınır olmuş gelinciğin çevresinde. Her zaman olduğu gibi nefret karşılıklı ise sevgide karşılıklı imiş. Bir zaman sonra gelincikte ilgi duymuş koca çınara. Bu ilgi zamanla sevgiye, aşka dönüşmüş. Bu aşk neredeyse gözlerini kör etmiş. Ne ormandaki başka çiçekler nede başka ağaçlar umurlarında olmamış. Bir yakın bir arkadaşı olan gonca gül uyarmış gelinciği:
        - Bak o artık koca bir çınar sen ise gencecik bir gelinciksin neden onu istiyorsun neden onu seviyorsun neden başkası değil demiş.
         Gelincik hiç düşünmeden cevaplandırmış soruyu;
       - Bak arkadaşım ben dünyada en kısa yaşayan çiçeklerden birisiyim. Benim ömrüm nisan ayı ile haziran ayları arasına sınırlı. Bu sınırlı hayatımı beni seven ve beni en iyi anlayan kişi ile geçirmek istiyorum. O koca ihtiyar çınarı en iyi ben anlarım. Beni de en iyi o koca çınar anlar.

25 Ekim 2010 Pazartesi


Kalp Ülkesi 
               Bir gün can ile canan bir araya gelmişler. Hiç konuşmadan özlem gidermekte, gözlerle hasbihal etmektedirler. Ama bir süre sonra Canan (sevilen), Can kuşunun sevgisinden şüphe etmekte bir başkasına da gönül vermesinden kuşku duymaktadır. Dayanamaz  kuşkusunu birazda iğneleme ile dile getirir.
             "-Sen deve dikenini de seviyormuşun doğrumu" der. Aşık maşukuna şu cevabı verir:
             "-Kalpteki sevgi ülke yönetimine benzer. Nasılki bir ülkeyi iki padişah birden yönetmeye kalksa kargaşa çıkarsa ve yönetilemezse, bir kalpte iki sevgi birden yer almaz."          

Çiçeğin Çektiği

Çiçeğin Çektiği

           Dervişin biri bir şehirden diğerine yolculuk yaparken ıssız bir yerde ağaç gölgesine oturmuş âlemi seyredip Allahın büyüklüğünü ve yaratıcılığını görüp hamd ediyormuş. Yakınlarında içten içe bir ağlama sesi duymuş. Bakmış ki Gelincik çiçeği kan rengindeki yapraklarını tek tek yolmakta ve gözyaşları dökmekte imiş.
Derviş dayanamamış:
-“Sen ne yapıyorsun kendi kendine neden zarar veriyorsun?”
Gelincik çiçeği,
-“Ne yapayım başka çarem mi var?” demiş
Derviş,
“Nedir derdin, neden çaresizsin”
Gelincik çiçeği,
“Başıma ne geldi ise şu yapraklarım yüzünden geldi, bıktım artık dayanamıyorum”
Derviş,
“Ama neden?” diye sorarak daha da meraklanmış derviş.
Gelincik çiçeği,
“Bizim serçe ile sevgimiz pek bilinmese de, büyük bir aşk yaşıyorduk. Benim normal rengim bembeyazdı. Serçe bana sevdasını anlatamayınca her gün başucumda kanlı gözyaşları döktü. Her damla gözyaşıyla benimde rengim değişti kan kızılı oldum. Bu renk bizim aşkımızın alametidir.”
Derviş,
-“eeeeeeeee”
Gelincik çiçeği,
“Her gelen yabancı beni koparıp evine, yurduna götürmek istiyor. Hâlbuki ben hiçbir yere gitmek istemiyorum, Güzel kalmak değil aşkıma sadık kalmak istiyorum. O nedenle bana güzellik veren yapraklarımı yoluyorum ki güzel görünmeyeyim, beni kimse beğenmesin, aşkım lekelenmesin.”
Derviş,            
“Haklısın keşke herkes senin kadar samimi olsa.”  demiş.

GÜZELLİK

Bıktım Şu Güzellikten
 
            Cahil ama bunun farkında olmayan adamın biri üstüne bir kaftan alır. Yeni elbisesi içinde kendisini çok farklı, çok alımlı ve bir okadar da kendini güvenli hisseder. Çevresindekiler cahilin bu tavrından rahatsız olurlar.
             Sohbet ehli birisi,
             "-Acele etmeyin şuna bir oyun oynayalım, aklı başına gelsin." der. Yanına varır adamı övgüye boğar.
             "-Sen ne kadar iyisin. Senin ne kadar kuvvetli kolların bacakaların var. Ne kadar alımlı güzel bir yüzün var" der.
             Cahil bu sözlerle böbürlenir hoşuna gider. Duyduğu her sözle gururu kibri kabarır. Halbuki o esnada  diğerleri ona fark ettirmeden kaftanınn her tarafına pis kokular sürerler, belli kısımlarınıda çamur yaparlar. Cahil  Kaftanın giyer. Kibirden ne koku duyar ne çamur görür.
              Yolda yürürken herkes kendisine bakmakta. "Bu ne berbat koku, ne bu çamur deryası adam !" demektedirler. Ama cahil yanındakine şöyle söylemektedir.
               "-Bıktım şu güzellikten gelen geçen bana bakıyor."
 


*Adamı adam eden elbisesi değil, kişiliğidir.