Bu Blogda Ara

Sayfalar

29 Nisan 2011 Cuma

Sakarya Türküsü

İsmine layık olmak




İsmine layık olmak
Genç öğretmen öğrencilerine yalan söylelememek gerektiğini, her zaman her ortamda doğru söylemekten zarar gelmeyeceğini örneklerle anlatıyordu. Yeri geliyor hadisten Kurandan örneklerle yalanın ne büyük bir bela olduğunu anlatıyordu. Minik öğrencilerden birisi parmak kaldırarak ayağa kalktı:

“Öğretmenim siz hiç yalan söylediniz mi?” öğretmen ne cevap vereceğini düşünürken kendi öğrenciliği aklına geldi.

“Evet bende yalan söyledim. Dördüncü sınıfta okuyordum. Okuduğum okula yeni atanan öğretmen bizim sorumluluk almamız ve aldığımız sorumluluğu yerine getirmemiz için çabalar, seviyemize uygun ödevler verirdi. Bütün öğrencilerin ödevini mutlaka kontrol eder, imzalar, hatalarımız varsa düzeltirdi. Öğretmenimizin yeni geldiği zamanlarda ben ödevimi yapmamış, dolayısı ile ödevimi göstermemiştim.

“Senin ödevin nerede?” diyen öğretmenime,

“Defterimi evde unuttum öğretmenim” demiştim. Öğretmenim;

“Madem defterini evde unuttun haydi git al gel” deyince sınıftan çıkmıştım. Ama korkudan ne yapacağımı bilmeden eve gitmiştim. Annem niye geldiğimi merak etti bende anlattım. Az sonra annemide yanıma alarak okula geri gitmiştim ama elimde defter olmadan. Öğretmenim gülerek beni sınıfa aldı ben dayak yiyeceğim diye korkarken hiçbir şey demeden yerime oturtmuştu. Az sonra bana senin adın ne idi söyle bakalım dedi. Ben biraz da adımla övünerek:

“Öğretmenim adım Necip Fazıl.” Dedim, öğretmenim yanıma yaklaşarak bana şöyle dedi:

“Necip Fazıl öncelikle senin Necip Fazıl’ı tanıman gerekiyor. Necip Fazıl’ın kim olduğunu bilseydin böyle yapmazdın. Adına layık olman gerekir, senin adında birisine yalan yakışmaz.” O günden sonra bir daha yalan söylemedim. Sizlerin adıda Ali, Ahmet, Samet, Kerim,Ayşe, Fatma, Elif, Meryem bu isimlere layık olun yalan söylemeyin.”

Gelecekse ilaç senden gelsin

Hastayım derdin ağır dediler
Derman diye çok ilaç verdiler
Başkasından derman istemem
Gelecekse derman senden gelsin

Çaren yok senin kurtulamazsın,
Kavsız aşk ateşi yakamazsın,
Yaban elden çare istemem,
Gelecekse çare senden gelsin

Ağu sundular kalaylı tasta,
Dediler ki cümle alem yasta,
Kimseden panzehir istemem,
Gelecekse zehir senden gelsin.

Yangın yeri gibi yanmaktayım,
Hayata senle tutunmaktayım,
Ben ellerden sevda istemem
Gelecekse sevda senden gelsin

28 Nisan 2011 Perşembe

İstemem-2

İstemem


Ben su böreği, baklava çörek galeta istemem,
Otlu böreğimi, cevizli güdüğümü verin bana.
****
Ben rok rugan ortopedik ayakkabı istemem
Dağda koştuğum kara lastiğimi verin bana.
****
Ben saray, villa, apartman dairesi istemem
Yaylada yattığım taştan kelifimi verin bana,
****
Ben pilli şarjlı akülü oyuncak araba istemem
Mehlez çamurdan yaptığım arabamı verin bana,
****
Ben tatlı tuzlu süslü kurabiye istemem,
Geyecek ekmeğimin tadını verin bana.
****
Ben puding, kremşanti, yaş pasta istemem,
Tavada pişirilmiş sıcacık köhtümü verin bana.
****
Ben şekerpare, irmik helvası istemem,
Yağlı pekmezli cızlamamı verin bana.
****
Ben kakao, nescafe, kahve istemem,
Adaçayımı acı yavşanımı verin bana.
****
Ben parfüm losyon esans kokusu istemem,
Şırahnada kaynayan pekmez kokumu verin bana,
****
Ben çarpışan arabalar dönme dolaplar istemem,
Mente’nin burnundaki cıngıllağımı verin bana,
****
Ben kauçuk plastik bir dünya istemem,
Nefes alacağım dünyamı verin bana.
****
Ben İsviçre Hollanda peyniri kaşarı istemem,
Tuluktan çıkardığım ham keşimi verin bana,
****
Ben mayo, bikini, yokoni, g-stringi istemem,
Al basmadan topa donumu verin bana.
****
Ben Akel den Vakko dan markalı eşarp istemem,
Helal parayla kazanılmış al yazmamı verin bana.
****
Ben ecnebi isimli erkek çocuk istemem,
Alimi, Osmanımı, Mustafamı verin bana.
****
Ben muz, greyfurt, kivi, kereviz istemem,
Harmanda yediğim acamlar almamı verin bana.
****
Televizyon film sinema dvd cd istemem,
Babamın yaptığı hasbihali verin bana.
****
Ben daha ileri bir teknoloji istememi
Mutlu olduğum çocukluğumu verin bana.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Sabır

Sabır

Genç adam yaşadığı ortamdaki haramlardan bunalmış kurtuluş yolu arıyordu. Gündüz haram gece haram peşinde olmaktan yorulduğunu hissediyor kurtulmak için çareler arıyor fakat bulduğu çözüm yolları bir türlü çare olmuyordu. Gündüz tövbe ediyor akşama arkadaşlarının etkisi ile tövbesini bozup harama dönüyordu. Şeytana sürekli yenildiğini hissediyor ve artık benden adam olmaz şeklinde pes etme pozisyonuna geliyordu her daim.

Sabahlleyin annesi kalkıp abdest alırken hiç uyumamış son zamanlarda yaşadıklarını sorguluyordu. Annesi “Bir derdin mi var oğul yatakta dönüp duruyorsun, sıkıntın varsa kalk bir abdest al açılırsın, hele namazınıda kıldın mı hiçbir şeyin kalmaz.”

Annesinin isteğini kırmadı kalkıp bir abdest aldı, abdest alırken okunan sabah ezanındaki daveti retdetmemeye karar vererek namaz kılmaya camiye gitti. Camiye ürkek adımlarla girdi. Sanki buraya neden geldin diyeceklermiş gibi sorgulayan bakışlar beklerken herkes huşu içinde kendini başka alemlere kaptırmış dua ediyordu. Namazın bitimi ile cami avlusunda güzel bir muhabbet başlamıştı. Ak sakallı bir ihtiyar ayakkabısını zorla giymeye çalışıyordu gidip ona yardım etmeye karar verdi. Selam vererek ayakkabısını giymesine yardım ettikten sonra;

“Bey amca bu yaşta helede sabahın ayazında camiye niye geldin? Senin namazını Allah evdede kabul ederdi.”

“Behey oğul bu dünyaya neden geldiğimizi ve neden yaratıldığımızı bilen her kulun yaptığını yapmaya çalışıyorum. Allah Kuranı Kerimde şöyle buyuruyor. “Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât / 56) Biz Allaha söz verdik ve sözümüzde durmaya çalışıyoruz. Bu nedenle ibadet ediyoruz, ibadette de devamlılık ve sabır esastır. Başımıza gelen her belaya sabır göstermeli ve sabrı esas almalıyız.
“Anladım amca ama bize ağır geliyor bazı ibadetleri yapmak.”
“Sana ağır gelmiyor, nefsine ağır geliyor evlat nefsine. Nefsine yenilen şeytana yenilir. Haramlar nefsimize hoş gelir. Oysa şeytanın bizi kandırması ile sevaplar bize o kadar hoş gözükmez. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (SAV) şöyle buyuruyor: “Sabır ve namaz, yalnız Allah’tan korkan müminlere kolay gelir.” (Bekara 45) Kaldı ki sevmediklerimize sabretmedikçe, sevdiklerimize kavuşamayız. Bu sebeple ibadette devamlılık ve sabır önemlidir. Sabır o kadar önemlidir ki Peygamberimiz rehberimiz Hz. Muhammed (SAV) “Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.” [Deylemi] bir başka hadisi şerifte de şöyle der: Hak Teâlâ, sabırlı ve ihlâslı olanı, sorguya çekmeden Cennete koyar. [Taberani] Ben bunları bilip te sabah namazındaki ayazı mı düşünürüm? Ben kâlû belâ verdiğim sözün ardındayım evlat…"
"Sağol amca Allah senden razı olsun bundan sonra sabahları beraberiz inşallah."

Ecelim Oldun Benim

Güldür beni dedim, sana,
Sen gözyaşım oldun benim.
****
Durma! Gel dedim sana,
Uzak yolum oldun benim.
****
Yüreğin ver dedim sana,
Duran kalbim oldun benim.
****
Kavuşalım dedim sana,
Ayrılığım oldun benim.
****
Meleğim ol dedim sana,
Azrail’im oldun benim.
****
Can kat dedim bu canıma,
Sen ecelim oldun benim.
****
Köşe taşım dedim sana,
Mezar taşım oldun benim.
****
Gülen yüzüm dedim sana

Akan yaşım oldun benim.
****
Seher yelim dedim sana,
Çöl sıcağım oldun benim
****
Sitemimdir canan sana,
Kara bahtım oldun benim.

Sevdalınım Ben-2

Bazen bahardır bazen de hazan

Gel bana bir gönülde sen kazan

Zulmetmez kuluna kaderi yazan

Zulmetme bana sevdalınım ben.



Bu dünya yalan satılan bir Pazar,

Bana çektirdiğini kitaplar yazar

Bir bakıp aşığına eylesen nazar,

Nazar et bana sevdalınım ben.



Yüreğime dünyayı dar ettin

Beni sevdamla bırakıp gittin

Güzelliğinle ömrüme yettin

Ömür kat bana sevadalınım ben.

26 Nisan 2011 Salı

Nasibimi Kesme

Bir sohbet ortamında insanlara ikramda bulunmanın sadaka vermenin sünnet olduğu bununla ilgili hadisi şeriflerin bulunduğu anlatılıyordu. Oradakilerden birisi dalmış sanki o ortamda değilmiş gibi dalıp gitmişti. Sohbetteki arkadaşlarından birisi:

-Ne o daldın gittin, sohbet seni açmadı herhalde dedi.

-Hayır tam tersine sohbet ve konusu çok hoşuma gitti. Bir zamanlar yaşadığım bir olay aklıma geldi onu hatırladım.

-Anlatta bizde bilelim.

-Bir gün acele ile bir yere gidiyordum. Süt ürünleri satan bir arkadaşın dükkanının önünden geçerken selam verdim. Dükkanın sahibi selamı alıp gel içeriye bir şeyler içelim dedi. Ben Mazlum Abi acelem var deyince. Senin acele işin olması benim nasibimi engellememeli. Senin burada bir şey içebilmen senin nasibin ama benim san bir şey ikram edip sevap kazanabilmemde benim nasibim. Şimdi sen buradan bir şey içmeden geçersen benim nasibimide engellemiş olursun. Bir şeyler ikram edeyim iç sende nasiplen bende nasipleyim deyince mecburen oturup bir çayını içmiştim. Çay içerken bana şöyle demişti. “Hadis-i şerifte buyruldu ki: (Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği hastalıktır.) [Dare Kutni]. Samimi olarak davet edilen yere gitmelidir.”Ben seni cömertçe davet ettim sağ ol icabet ettin. İkramım inşallah şifa olur deyip şimdi acele olan işine gidebilirsin demişti. Be o güne kadar sadece birisinden bir şey alabilmenin nasip olduğunu düşünmüş vermenin de nasip olabileceğini aklıma hiç getirmemiştim. O günden sonra sadaka verme ve ikram etmenin de bir nasip işi olduğunu düşünür ve nasiplenmeye çalışırım. O nedenle dalıp gitmiştim.

Sana Gelmek İstiyorum

Sende Kaldı


Sabah güneşi gibi aldın gözümü,

Başka yana dönemedim yönümü,

Sana verdim ben yüreğimi özümü

Benim gözüm sende kaldı



Düşünemez oldum senden başkasın,

Yürüyüşün endamın sen bir başkasın,

Nasıl döner gider insan sana arkasın

Benim fikrim sende kaldı.



Yürek çarpar oldu yalnız sana,

Ayak gitmiyor ki başka yana,

Aşk şerbeti içirdin kana, kana

Benim kalbim sende kaldı



Can sensiz, ruhsuz bedene fazla,

Yaşanmıyor yarsiz lezzetle hazla

İşim olmaz benim baharla yazla

Benim ruhum sende kaldı



Söyle canan, can nedir ki sen yoksan,

Bu bedende can canandan noksan,

Değili ki bu bedeni kabirede soksan

Benim canım sende kaldı



Göz seni arar durur her yerde,

Çare sensin yürekteki her derde,

Zulmetmez Allah yarattığı her ferde

Benim çarem sende kaldı

Sana Geldim

Hem gündüzüm hemde gecem,

Senle dolu her bir hecem,

Sensin benim gönül ecem

Ben tacımı sana verdim.



Yollar ırak gelemedin,

Birtek beni sevemedin,

Göz pınarım göremedin,

Ben gönlümü sana verdim.



Can cananı görmeyince,

Canan cana gelmeyince

Maşukumu sevmeyince

Ben canımı sana verdim.



Yaktı beni ela gözün,

Hep banamı düştü hüzün,

“Kavuşalım” olsun sözün,

Aç kolların sana geldim.

Sibel Pamuk - Hazin hazin ağlar gönül

Aynalara Kırgınım

Bu gün aynalara çok kırgınım

Epeydir aksedene dargınım

Aynada yansıyor kel kafalı şişman

Sanki yaptıklarından bin pişman



Bu gün aynalara küskünüm

İçim buruk ve çok üzgünüm

Gösterdi bana ayna gerçek yüzünü

Elem bürümüş yansıyanın gözünü



Bu gün aynalara hıncım var

Her iki âlemi etti bana dar

Kararan yüz bana çirkin ve yaşlı dedi

Bu düşman beni önceden çok severdi



Bu gün aynalara çok kızgınım

Kırılırsa çıkar aynadan hıncım

Bir melek çıktı karşıma nur gibi pak

Sana yakışandır dedi geçmişi unutmak.



Bu gün ya aynaları kıracağım

Ya da ayna gibi sırlanacağım

Ya sürekli yalan söyledi gelincik bana

Yüreğimden atmalıyım aynayı yabana

Sevda Körü

Bazıları gül bakışlıdır gülü bilmezler

Adı güldür ama güldürmeyi bilmezler

Aşığım derler ama maşuku bilmezler

Derim sana derim o bir sevda körüdür



Aşkla dolu badeyi alıp içmezler

Yanıp yanıp kendisinden geçmezler

Âşık ile yalancıyı ayırt etmezler

Derim sana derim o bir sevda körüdür.



Sevgi bir köprüdür gelip geçmezler

Doğru birdir deyip onu seçmezler

Aşığına bir damla suyu vermezler

Derim sana derim o bir sevda körüdür

Bir Dilek Tut

Bu gün ruhumu kasvet kapladı

Sorguladım geçmişi geleceği ve hayatı



Bu gün varsın yarın yoksun

Geldin bu âleme işte gidiyorsun



Dönüşü yok bu yolun

Herkes gibi seninde geldi sonun



Kayıyorsun yavaş yavaş asıl mekâna

Hazırlanamadın ki toprak denen Canana



Hayal meyal yaşam, Bir varmış bir yokmuş

Bu âlem böyle işte, Sadece kısa bir solukmuş.



Bak dört kolluda bir âşık göçüyor

Bir dilek tut hemen yıldızın kayıyor.



Tut dileğini sende onla kay

Aşksız ömrü yaşanmamış say

Ay Yakmaz

Görmez idim bir şavk vurdu yüzüme,

Nur gibi gözüktün benim gözüme

İtibar bile etmedin sevgi sözüme

Ay yakmaz ama sen yaktın beni



Dağlarda erişilmez bir çınar idim

Kırıldı sayende kolum kanadım

Fırtınada karla kaplanıp dondum

Rüzgâr yıkmaz ama sen yıktın beni



Bir kara gözlüye doyulmaz imiş

Akarsuya sevda yazılmaz imiş,

Gönüldeki Sevda silinmez imiş,

Silinmezdim ama sen sildin beni


Garip çoban hiç durmadan ağlardı

Meyve vermeyen sinendeki bağlardı

Sırrımı gizleyen sığındığım dağlardı

Ben bilinmezdim ama sen bildin beni



Üşüdüm üstümü örtün mü dedim?

Dünyanın malını hep ben mi yedim?

Senden başkasına gönül mü verdim?

Mezara girmezdim ama sen gömdün beni



Sıcak olur serin yaylalara giderim

Ben bana nasip olan çiçeği dererim

Bu günde yarında yine seni severim

Cehennem Ateşine sen attın beni


Bazen mağarada bazen dağlarda

Meyve dermedim sinendeki bağlarda

Bulunmazdım saklanırdım dağlarda

Ben bilinmezdim ama sen bildin beni

Ben Seni

Aradım her yerde bulmak ne mümkün

Çiçekler içinde seni dermek ne mümkün

Sen varken başkasını sevmek ne mümkün

Aslı’ya Leyla’ya Şirin’e sordum ben seni



Nice bağ bahçede baktım taradım

Var ile yoklukta ab-ı hayat aradım

Asil bir çiçekti bulmak muradım

Tan yeri şavkında buldum ben seni



Kaf dağının asil ve yalnız çiçeği

Andırmıyor seni diğer kır çiçekleri

Bilinmez oldum artık bilinenleri

Güzellik deyince bildim ben seni



Karanlıktan aydınlığa ulaştım

Gece olup gündüz ile yarıştım

Senle ışıklara renklere karıştım

Gökkuşağı olup sevdim ben seni



Dostlar tahta serip toprak atarken

Münker Nekir’e hesabımı verirken

Kızgın alevler içinde yanıp dururken

Cennet bahçesinde gördüm ben seni

Ben Ruhum Sen Kalpsin

Ben ruhum azap denizine yol alan,

Sen kalpsin bu ruhu ateşlere salan.



Ben ruhum dümensiz gemi gibi açık denizde,

Sen kalpsin demirlenmişsin ruhsuz bedende,



Ben ruhum; yanmayı göze alırım senin için,

Sen kalpsin; bendeyken başkasına gidersin niçin?



Ben ruhum; söz vermişim kalubelada

Sen kalpsin; bulunursun aşk-ı belada.



Ben ruhum; senin için gideceğim cehenneme,

Sen kalpsin; benim için girer misin bu bedene?



Ben ruhum; dün vardım, bu gün varım, yarın olacağım,

Sen kalpsin; Ey kalp senin için bil ki, yanıp kül olacağım.



Ben ruhum; bazen Kerem, bazen Mecnun olurum

Sen kalpsin; Ey kalp söyle, söyle seni nerede bulurum

Bu gün Yorgunum

Gönlümde hüzün, ruhumda acı var

Hayata bak, önümde sanki bir duvar

Çekilin bulutlar, durun yağmurlar,

Bu gün çok yorgunum nedense dostlar,



Her bir tarafım kumaşlarla sarılı,

Ellerim göğsümde birleşmiş ayaklarım bağlı,

Anlamadım ama her bir yanım kınalı

Bu gün çok yorgunum kıpırdayamıyorum dostlar



Derince bir çukura yavaşça inmekteyim

Yanımda tahta var toprak içindeyim

Münker Nekir’e hesap vermekteyim

Bu gün çok yorgunum kalkamıyorum dostlar

Bende kaldı

Bir bahar sabahı doğarken güneş,

Seni gördüm çırpınan kalbime eş

Hayat kumarında olmadım serkeş

Sana esen sabah yeli bende kaldı.


Bir bakışta ben-i gördüm yüzünde

Hayalimin izi vardı bal köpüğü gözünde

Yer almak isterdim her tatlı sözünde

Sana olan sevdalı yürek bende kaldı


Yanakların kızarmıştı belli arından,

Umutlu olayım mı bugünden yarından,

Uzaklaşamadım o an senin yanından

Sana gelen aşk yolları bende kaldı.


Bir kor düştü yaktı benim özümü,

Senin için sakınmam budaktan gözümü,

Yaşayamam sensiz hem yazımı güzümü

Sana bakıp yanan yürek bende kaldı.


Yağmurlar yağıyor oysa hava kurak

Bak toprak kuru sadece gözlerim ıslak,

Gelincik rengini almış sende al yanak

Sana doğru akan yaşlar bende kaldı,



Sözcükler dizikmekte sıra sıra,

Kanayan yüreğim olmuş yara

Benim bahtım zaten doğuştan kara

Sana yazılan sevda şiiri bende kaldı

Dost Yolu

Çıktım bir yola, yol neresi?

Menzili yar yoluna giden bilir

Benim ne yöne gittiğimi,

Dost yoluna giden bilir.



Sağım sana gider, solum sana

Değişmez dönsem ne tarafa,

Neden sana döndüğümü,

Dost yoluna dönen bilir.



Yoluna gittiğim bana güneştir,

Yolun sonu hardır, ateştir,

Ona neden yandığımı

Dost yoluna yanan bilir



Dünya alem bir çiçektir,

Benim sevgim gerçektir,

Onu neden sevdiğimi,

Dost yoluna seven bilir



Hemi gittim hemi geldim,

Bu alemde seni sevdim,

Neden geri geldiğimi

Dost yoluna gelen bilir



Bu can fazlaysa dünyaya,

Girerim o dost için mezara,

Benim neden öldüğümü

Dost yoluna ölen bilir.



Gerçekte sen rüyada sen

Her an seni görüyorum

Neden seni gördüğümü,

Dost yoluna gören bilir.

Sevdalınım Ben

Bazen bahardır bazen hazan

Gel bir gönülde sen kazan

Zulmetmez kuluna kaderi yazan

Zulmetme bana sevdalınım ben.



Bu dünya yalan satılan bir Pazar,

Bana çektirdiğini kitaplar yazar

Bir bakıp aşığına eylesen nazar,

Nazar et bana sevdalınım ben.

8 Mart 2011 Salı

Her Kadın Bir Elmastır


Genç adam düşünceli bir şekilde babasının yanına geldi, sıkıntısı yüzünden belli oluyor ama paylaşamıyordu. İhtiyar oğlunun yüzüne uzun uzun baktıktan sonra:
“Oğlum bir sıkıntın olduğu yüzünden belli. Suratından düşen bin parça nedir derdin? Söyle de bilelim. Derdini söylemeyen derman bulamazmış.”

“Babacığım biliyorsun daha yeni evliyim ama evde huzur yok eşimle anlaşamıyoruz. Daha iki ay bile dolmadan boşanmayı düşünüyoruz. Sen annemle otuz yıldır evlisin nasıl yürüttün bu evliliği söyle ben de bileyim de yuvam yıkılmasın.”

“Evladım şunu bil öncelikle boşanmak dünyanın sonu değil. Fakat aslolan evliliği devam ettirebilmektir. Evliliği devam ettirmek evlendiğin insanı tanımak, onu sevmek ve ona saygı duymakla olur. Evliliği sürdürmek bir kuyumcu titizliği gerektirir.”

“Baba evlilikle kuyumculuğun ne alakası var?”

“Var evladım var, hem de çok var. Şunu unutma ki her kadın evlenmeden önce işlenmeyi bekleyen elmas gibidir. Sen hiç kaşıkçı elmasının hikâyesini duydun mu? Duysan ve bilsen ne demek istediğimi çok iyi anlardın. Zamanın en büyük devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun toprak kaybettiği yıl olan 1699 yılında İstanbul’da Eğrikapı çöplüğünde dolaşan bir çöpçü yuvarlak bir taş bulur. Elindeki taşı sokakta gördüğü bir kaşıkçıyla üç tahta kaşığa değişir. Kaşıkçı götürür, bu taşı tanıdığı bir kuyumcuya on akçaya satar. Kuyumcu taşı arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca beriki sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Meseleyi Kuyumcubaşı duyar. Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe vererek taşı alır. Fakat bu sefer de olayı zamanın sadrazamı Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa duyar. Bu değerli taşı kendisi için satın almaya hazırlanırken, mesele Padişaha kadar ulaşır. Sultan Dördüncü Mehmet bir Hattı Hümayun ile bu değerli taşı Sarayı Hümayuna getirtir ve Saray elmastraşına verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince meydana 48 kratlık nadide bir elmas çıkar. Kuyumcubaşıya Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese bahşiş ihsan olunur. Şimdi bu hikâyeyi niye anlattım biliyor musun evladım? Şunu unutma yaratılan her kadın bir elmas gibidir. Kimisi bu elmasın değerini bilmez kaşığa değişir, kimisi on akçaya değişir. Kimisi de değerini bilir ama işlemesini bilmediği için bir kuyumcu titizliğini sergileyemez ve güzelim elmas herhangi bir taştan farksız olur. Ben anana bir elmas işleyen kuyumcu titizliği ile yaklaştım ve otuz yıldır o nedenle mutluluğumuz daim oldu.”
“Anladım babacığım.”
“Evladım anladın ise git bir mücevher olan eşinle ilgilen ve ona elmas olduğunu hissettir ki eşin de, evinde şen olsun, evin huzur dolsun.”

Kadınlar gününe ithaftır.



6 Mart 2011 Pazar

Dua Toprağa Ekilen Tohum Gibidir

Talebelerinden birisi bir Allah dostunun yanına gelir. Hocasından izin alarak sıkıntılarını anlatmaya başlar:

“Hocam her sohbetinizde her dersinizde insanlara iyilik edin mutlaka iyilik bulursunuz. Sizi yaratan Allaha durmadan dua ediniz Allah dualarınızı kabul eder diyorsunuz fakat kime iyilik ettiysem iyiliğime karşılık kötülük gördüm ve dualarımda ki isteklerim yerine gelmiyor duam kabul edilmiyor.”

“Bak evlat dünyada yapılan hiçbir iyilik hiçbir amel boşuna değildir. Hele ki yapılan duanın kabul edilmemesi ile ilgili ümitsizliğe kapılmak biz kullara yakışmaz. Cenabı Allah Kuranı Kerimde şöyle buyuruyor:

Deki; Eğer duanız olmasa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var."

(Furkan suresi 77.Ayet) Furkan suresi 77.Ayet.")

Yine Cenabı Allah bir başka ayeti Kerimede: "Rabbimiz buyurdu ki: Bana dua edin size cevap vereyim." (Mü'min suresi 60. Ayet)

“Hocam bu dediklerinizi biliyorum fakat duam kabul edilmiyor.”

“Evladım başkalarına yapılan iyilikle Allaha edilen dualar toprağa ekilen tohum gibidir. Nasıl ki toprağa attığımız her tohum aynı zamanda çimlenmez aynı zamanda ürün vermezse yapılan duaların hepside aynı zamanda kabul olmaz. Sen hiç bambu ağacını duydun mu? Nasıl yetişir bilir misin?”

“Hocam adını duydum ama nasıl yetiştiğini bilmiyorum.”

“Bambu ağacı Uzak Doğuda yetiştirilir. Birinci yıl toprağa tohum ekilir gübrelenir, sulanır. Bambu bitkisi çıkmaz. İkinci yıl aynı işlem tekrarlanır bambu yine çıkmaz. Üçüncü dördüncü yıl aynı işlemler yapılır gübrelenir sulanır. En nihayetinde beşinci yılın sonunda bambu topraktan çıkar ve altı hafta gibi çok kısa bir zamanda tam yirmi yedi metre uzunluğa ulaşır. Eğer toprağa eken çiftçi senin gibi umutsuzluğa kapılıp gübreleyip sulamasa idi bu ağaç ortaya çıkmazdı. İyilikler ve dualar sabır işidir evlat sabır. Sen Allaha dua et, toprağa tohum at sula gübrele göreceksin bir süre sonra dualarının kabul edildiğini. Her dua anında kabul edilseydi. Bu dünyanın imtihan dünyası olmasının ne önemi olurdu?”

4 Mart 2011 Cuma

Üç Beş İyi Adam

Şehirlerarası yolda aracın içinde iki kişi oturmuş yolculuk ediyorlardı. Aracın teybinde arka arkaya uzun havalar çalmakta türküleri dinleyen kişiler sanki yola değil sonsuz ufka bakıyorlardı. Sabah güneşinin doğuş şöleninde ufka ve geleceğe umutla bakar. Sabah vakti ufkun kızarıklığında bu güne, yarına hatta daha ileri ki zamanlara ait beklentileri hayalleri sarıp sarmalayan umut saklıdır sanki. Araçta sadece teybin sesi vardı, belli bir süre sonra bu sessizliği sürücü koltuğunun yanında oturan kişi bozdu.

“Abi yola çıkalı bu yana ağzını bıçak açmıyor. Yoksa yeni bir göreve atanmış olduğun için mutlu değil misin?”
“İçimdeki sıkıntı yeni bir göreve atanmış olduğum için değil. Biliyorsun bu atandığım görev için ülke çapında yapılan sınavda dereceye girdiğimiz için bizi bir ay süren kursa aldılar. Kursun sonunda tekrar sınava tabi tutulduk bu sınavı da kazandık. Sonra tercihlerimizden birisine bizi atadılar. Kısacası göreve biz talip olduk ve atandık.”

“İyi de abi o zaman sıkıntın nedir?”
“Buna sıkıntı mı denir başka bir şey mi nedir bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa bu şehirde çok mutlu idim. Bu mutluluğu sağlamamda şehir insanının iyiliği benim çalıştığım iş yerini sevmem ve hepsinden önce biliyorsun üç tane çok yakın arkadaşım burada kaldılar. Ben başarılı olmuşsam dostlarımın desteği ve duaları ile olmuştum. Şimdi yeni atandığım görevde insanlar birbirinin ayağını kaydırmaya çalıştığı makam mevki hırsının doruk noktasında olduğu bir yer. Sıkıntı bu, dostların olmaması ve onların desteğinin olmamasıdır.”

“Abi sana bir hikâye anlatmak istiyorum, belki iyi gelecektir. Bu hikâyeyi ben de üniversitede bir abiden duymuştum.”

“Eee anlat bakalım meraklandım şimdi.”

“Evvel zaman içinde bir şehirde dört tane birbirinden iyi insan varmış. Bu insanlar kimin bir sıkıntısı olsa koşar nerde bir imdat sesi duyulsa orada biterlermiş. Şehirde tam anlamıyla huzur ve sükûnet mevcutmuş. Bu dört dost bir araya gelince birisi demiş ki:
“Dostlar size bir şey söylemek istiyorum. Bana kalırsa bu şehirde bizim görevimiz bitti. Hepimiz başka şehirlere dağılıp iyiliklerimizi oralara da götürelim oradaki insanları da eğitelim. Bize düşen görev budur. On yıl sonra tekrar burada buluşur gittiğimiz şehirlerde yaptığımız çalışmaları paylaşırız.”

Arkadaşları teklifi kabul etmişler hepsi de başka bir şehre gitmişler. Gittikleri şehirlere iyilik, doğruluk, dürüstlük, huzur ve mutluluk götürmüşler. Gerçekten de tam anlamıyla huzur şehri olmuş bulundukları yerler. On yıllık süre dolunca eskiden yaşadıkları şehre gitmek için yola çıkmış uzun bir yolculuktan sonra şehre yaklaşınca şehirden dumanlar yükseldiğini feryat figan koptuğunu görmüş. Şehirden hızla uzaklaşmaya çalışan bir adamı yakalayıp sormuş:
“Arkadaş telaşla nereye böyle? Bu şehirdeki hal nedir?”

“Beyim vaktin varken sende kaç, şehre giren boğazlanıyor vahşet aldı başını gidiyor. Ben canımı kurtarmak için kaçıyorum.”

“Ama bu şehir önceden böyle değildi. Huzurun mutluluğun hâkim olduğu bir şehirdi. Yok mu bu vahşeti önleyecek birisi?”

“Vardı beyim vardı, üç beş iyi adam vardı. O üç beş iyi adam burada birisini bırakmadan başka yerleri kurtarmaya gittiler şehir bu hale geldi.
İşte abi siz geldiğiniz şehirdeki üç beş iyi insanlardan birisi idiniz. Ayrılmak önce sana düştü. Bak sonra göreceksin diğer arkadaşların da zamanı gelince ayrılacaklar bu şehirden.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Ey Sevgili Gelincik;

Ey sevgili gelincik;
Hep gelin kalmak değil, aslını koruyarak saf olmaktır, saf kalmaktır... Duru olmaktır, arı olmaktır. Masum olmaktır, masumiyetini koruyabilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, özündekini diline dökebilmektir, karşıdakini toprak gibi, su gibi, hava gibi, ateş gibi sevebilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, ateş sevdiğini pişirirken bazen yakar. Gelincik sevdiği uğruna yanabilmektir, gelincik sevdiğini aşk ateşiyle yakabilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, toprak anadır, toprak vatandır. Hangi toprak ana olup kucaklamamıştır üzerindekini, hangi toprak yurt olmamıştır yurtsuz yuvasızlara. Gelincik yurt olabilmektir yurtsuzlara, gelincik anaolup kucaklayabilmektir. Toprak olmak yol olmaktır. Yol olmak sevgiliye ulaşmaktır.

Ey sevgili;
Gelincik, havadır, aldığımız nefestir. Hiç gördün mü havanın beni soluma dediğini ? Gelincik solumaktır, solunmaktır. Gelincik solunmayı bilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, sudur. Her canlının hayat kaynağıdır. Su ihtiyacı olana yağmur olup yağabilmektir. Dere olup akabilmektir, ırmağa ummana kavuşabilmektir. Yudum yudum kana kana içebilmektir. Sevdiğinin ateşini söndürebilmektir. Sevdiğinle sönmektir.

Ey sevgili;
Gelincik hayattır, hayatın özüdür. Bana bir canlı gösterki topraksız susuz havasız yaşabilsin. Kendi öz ateşi olmadan canlı kalabilsin.

Ey sevgili;
Gelincik sen hayatsın...

Hayat sensin, toprak sensin, su sensin, hava sensin, ateş sensin

Üç Yaralı Gelincik Çiçeği – Mustafa Cihat ilahisini dinle.

27 Şubat 2011 Pazar

Burçin Dotum dostum

İhanete Uğrayan Dostluk

İlahi onmaya yardan ayıran

Bahçede bülbüller ötüyor uyan

Kula gölge ise Allaha ayan

Senden ayrılalı gülmedim dostum

Bu gün yolda yürürken yanımdan geçen bir arabada bir türkü çalıyordu. Türkü bana kendimi, arkadaşlarımı, arkadaşlıklarımı sorgulama fırsatı verdi. Türküyü dinleyince dostluk kavramı üzerine düşündüm. Dost kimdir? Kime dost denir? Gerçek dost nedir?

Keşke düşünmese idim, diye sonra kendime kızdım. Dostluk kavramının içinin boşaltıldığını fark ettim. Dost deyince; Allah dostları, Allaha yakın olan kullar, yaptığı her işte Allah rızasını gözeten, sevdiği zaman Allah için seven, verdiği zaman Allah için veren Veli zatlar geldi fukara aklıma. Hiç birimizde Allah dostu olacak gibi bir çaba olmadığını düşündüm. Daha sonra geçenlerde bir arkadaşıma her hangi bir niyetim olmadan dostum deyince arkadaşımın suratının değiştiğini ve bu kelimeden rahatsız olduğunu hatırladım. Arkadaşım hiç sevmediğim bir kelime ile bana hitap etmeye başladı kanka şeklinde. İnanın kanka kelimesinden sonra sanki arkadaşla aramızda uçurumlar oluştu. Biraz daha uzaklaştık. Dost kelimesinden rahatsız olandan dost mu olur?

Dost kelimesinden rahatsız olandan dost olmaz. Olmaz olmasına ama bu kelimeden insanlar neden rahatsız neden kullanmak istemiyorlar. Düşündüm Eskiden insanlar en hakiki dostlarına kara gün dostu, yalan arkadaşlıklarada iyi gün dostu şeklinde söylemişler bu kelimeler deyim olarak edebiyatımıza yansımış. Ne yazıkki popüler kültür ve tüketim toplumu milletimizin bir bir çok değerini yok ettiği gibi şimdide gözünü dostluğa dikti. Nerde kaldı can dostluğu nerde kaldı yol dostluğu? Biz Dosta ve dostluğa ihanet ettik.

Tüketim toplumu ahlakımızı çökertmek için dilimizi, dinimizi eğitimsistemimizi ve kültürümüzü hedef aldı. En son ayakta kalan aile kavramınıda yıkabilmek için kendisine metres tutan ahlak zaafı olan insanlar için ne yazıkki “kendisine dost tutmuş” şeklinde ifade ederek dost kavaramını yerle bir etmektedir. Batı toplumu ahlaki çöküntülerinin farkında ve çözülmeyi önlemek için çareler aramaktalar. Kurtuluş için bir çok ülkede araştırmalar yapmakta bununla ilgili projeler hazırlamaktalar. Biz ise yozlaşmış içi boşalmış batı kültürü etkiyle bir kültür erozyonuna uğradığımızın farkında bile değiliz. Bu erozyondan kurtuluş aile mevhumunu ve dostluğu koruyarak olacaktır kanaatimce. Nerede Allah dostluğu ahiret hayatını düşünme nerede dost ve dostluk. Dost dostunu ilmiyle pişiren olgunlaştırandır. Dost dostu için aşk ateşinde tutuşabilmektir. Dost dostunu tutuşturabilmektir.

Dost dostunun ahiretini düşünen ve Alah yoluna sevk edendir. Mevlana ile Şems gibi olabilmektir. Dostun seni aşk ateşi ile olgunlaştırmalı aşka uçurmalıdır. Dostun seni uçuran kanatların olabilmelidir. Burada şu sözler bize her şeyi anlatır özetler.


“Aşka uçma kanatların yanar.” (sadi Şirazi)

“Aşka uçmadıktan sonra kanat neye yarar!” (Hz. Mevlana)

“Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar?” (Yunus Emre)

26 Şubat 2011 Cumartesi

Yollarına Kar mı Yağdı? Özlem Özdil

Dışarıda Kar Yağıyor

Dışarıda kar yağıyor, lapa lapa yağan kar bir örtü gibi, bir battaniye gibi tabiatın üstünü örtmekte. Bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkat gibi üşümesin diye sarıp sarmalamakta yeri ve ağaçları. Sarmalamakla kalmıyor çoğunun bakımına özen gösteren ana gibi aynı zamanda güzelleştirmekte ve kusurlarını örtmekte her tarafın.

Dışarıda kar yağıyor, müjdeler veriyor bahar adına. Bakmasını bilene ne ibretler ne güzellikler vardır dört mevsimin içinde. Doğum olayını canlanmayı anlatır bahar mevsimi, yaşamayı olgunlaşmayı sorumluluğu anlatır yaz mevsimi. İhtiyarlıktır son bahar şakaklara kır düşmesi, yanakların buruşmasıdır derinin kırışmasıdır. Hayatın sonunu anlatır kış mevsimi ölümdür, ölümü anlatır. Ama Allah ölümü anlatırken bile tekrar dirilmeyi hatırlatmak için hemen arkasından ilkbaharın geleceğini müjdeler. Mevsimlerde alınacak ne ibretler vardır görmesini, bakmasını bilene.
Dışarıda kar yağıyor, kat kat örtüyor dünyanın kirini pasını. Bu kiri pası kapatırken o kadar mı estetik olur bu kapatma. Her şeyin aslını araştıracağız diye ayıpları bir bir ortaya çıkaran biz insanlara ne büyük ibrettir. Gece karanlığının ve bembeyaz karın her kusurun üstünü örtmesi. Ben sizin günahların üstünü örterim yeter ki siz tövbe edin bembeyaz bir sayfa açın der gibidir kar yağışı.
Dışarıda kar yağıyor, gökten melekler inmekte karla beraber. Hiçbir kar tanesi bir birine benzemeyen kristallerden meydana geliyor. Hepsi altı köşeli olmasına rağmen nasıl olur da birbirine hiç benzemez. Allah ey kullarım siz benim yanımda çok değerlisiniz bakın herkese sanat eseri indiriyorum diye ders veriyor biz kullarına. Bir kitapta okumuştum; Gökten yere inen hiçbir kar tanesi bir birine değmeden indiğini ve bu kar tanelerinin her biri için görevli bir melek olduğunu onları kanatları ile yeryüzüne indirdiğini. Sanki yeryüzüne inen kar tanesi değil de korunmaya muhtaç bir bebek indiriliyor ihtimamı var bu inişte.

Dışarıda kar yağıyor, ihtimamla yağıyor bu kar hem de kat kat bir yağış. Kar ne olursun yağ, yağ ki örtülsün kusurların üstü. Belki kusurlarla beraber dertlerimizin üstü de örtülür. Örtülür ki unutulur bazı acılar ve acı verenler. Karın yağışındaki ihtimam biz insanlar arasında var mı? Elbette ki yok. Sevdiklerimize veya bizi sevenlere gösterebiliyor muyuz bu özeni, bu dikkati? Karşılığını göremediğimiz her davranış her tavır karşısında kar caddelere, sokaklara, dağlara ovalara değil de yüreğimize yağıyor.
Dışarıda kar yağıyor, yüreğime kar yağıyor. Bu kar örtü olmak için değil üşütmek için yağıyor sanki. Kusurları ayıpları örten kar bu defa sert yüzünü, soğuk ve dondurucu yüzünü sergiliyor her nedense. Dışarıda yağan kar üşütmüyor beni. Bu kez beni üşüten başka bir şey. Yağan karda güzellikler Allahın rahmetini yansıtırken, dondurucu soğuklar da ise gazabı görürüz. Ben bu gazabı bu azabı neden gördüğümü biliyorum. Ama bilmek yetmez, biz demek ki azaba talip olmuşuz. Zaten sevmek azaba talip olmak değil midir?
Dışarıda kar yağıyor, yüreğime azap yağıyor. Bazı kişiler Allahın rahmet sıfatından hiç faydalanmayıp, hiç ilham almayıp, hep gazap sıfatını mı yansıtıyor acaba? Allah kendisini sevenlere azap etmezken kulları kendini sevenlere neden azap ediyor?

Dışarıda kar yağıyor…

Yazan Hoca Çobani

Penceren Kar Geliyor

25 Şubat 2011 Cuma

BİLİNMEYEN GELİNCİK



Tanrı Dağlarından çıkıp her bir coğrafyayı dolaşıp kendine yurt arayan Türk Milletinin kendisi ile birlikte taşıdığı değerler vardır. Bu değerler yaşayıştır, dildir, kültürdür, ahlaktır, sevgidir, vatan sevdadır.

Bu taşınan değerler gün gelmiş halılara, kilimlere motif olmuş, gün gelmiş dokuma çuha olmuş, aba olmuş kadınımızın, erkeğimizin sırtında. Çadır olmuş, yuva olmuş gittikleri uzak diyarlar da. Taa Orta Asya’dan, Altaylardan, Ceyhun’dan Anadolu’ya taşımışız yaşantımızı, duygularımızı, dilimizi, töremizi.

Türk kültüründe doğanın her özelliğini birebir taşıma vardır gittiği yere. Esinlenme vardır bu esinden ortaya çıkan ve milli kültürü şekillendiren töreler gelenek görenekler vardır.

Bu geleneklerden birini biraz açacak olursak; Canı gibi sevdiği ciğerparesine, evlenecek kızının ellerine kına yakmıştır, yeni yuvasına eşine kurban olsun diye. Genç kızların yanaklarının canlılığının kanlılığının sembolü olan gelinlikler giydirerek yolcu etmişler erinin evine, yeni yurduna, yuvasına. Yanakları al al olan gelinlerimize de al renkli gelinlikler yakışırdı elbette. İlkbaharı doğanın gelinlik kuşanması gibi görmüş. Ve dağda açan çiçeğe de sevimlilik katmak adına küçük gelin anlamına gelen adlar vermişler. Gelinlik çağına gelen genç kızlar tabiatta gelinlik rengine yaraşır çiçeklere isim vererek sembolize etmişler duygularını heyecanlarını. Ve bu sembolü bir çiçekte bulmuşlar.

Nisanla temmuz ayları arasında, kırmızı renkli, 25-35 cm boyları arasında bir veya çok senelik otsu, çiçekler açar yol kenarında tarlaların arasında. Buğday tarlalarında, ekilmemiş bakir yerlerde rastlanır. Türkiye’nin hemen hemen her yerinde yetişmektedir.

Kırmızı deyince zaten anladınız ama gelinciklerden bahsediyoruz. Biz onların zarif ve narin güzelliklerine vurgunuz, tutkunuz ama gelinciğin anlamı sadece bu değildir. Gelincik naziktir, zariftir gelincik bir sevdadır. Gelincik aşktır Anadolu’da. Gelincik namus timsali bir Anadolu Türk kadını gibidir. Gelincik dağda yaşamayı seçmiştir saksıda değil aynı Türk kadını gibi. Kabına sığmayan Anadolu kadını sadece obasında değil, sürüsünde, keçisinde, koyununda, kuzusunda, savaşında, barışında hep mağrurdur. Teslim olmamış obaya sığmamış hep o anaçlığını çalışkanlığını sürdürmüş. İşte evcilleşmeyen gelincikte (Dağ Lalesi) Türk kadınını anlatır. Gül gibi elden ele dolaşan çiçek olmaktansa yaban kalıp asaletini koruyarak ölmeyi tercih eder gelincik.

Anadolu’yu Türkleştirmeye çalışan Horasan Erenlerini anlatır, Hoca Ahmet Yesevi’yi anlatır. Horasan Erenleri Anadolu’yu yurt yapmak için demirci, kalaycı, somuncu olmuştur. Gösterdiği bu uğraş boş değildir. Bu çaba sayesinde yurt olmuştur Anadolu Türk Milletine. Sürüsünü, obasını, anasını, balasını getirmişse, gelinlerimizin sembolü Gelinciği de getirmiştir milletimiz beraberinde.

Namusun sembolüdür, geleceğin sembolüdür, sevdanın sembolüdür gelincik. Gelinin, gelinliğin sembolüdür gelincik. Anadolu’nun bazı yörelerinde gelinlerimizin beline kırmızı kuşak bağlanır, baba evinden çıkarken. Bu kırmızı Orta Asya’dan bu yana gelen kırmızı gelinliğin terk edilemeyen ifadesidir bir yerde.

İlaçtır gelincik, şifadır gelincik, dertlere devadır gelincik. Aşk acısını gelin olmak çözerse gelincikte tüm insanların dertlerini çözer inşallah….

23 Şubat 2011 Çarşamba

Ömür Rendesi

Seni sevmek, seni düşünmek, anı yaşamak, seni yaşamak, senle bir zaman dilimini paylaşmak, senle yaşadığım şehri paylaşmak, senle soluduğum havayı paylaşmak yaşamanın ve yaşadığının farkına varmaktır. Ben seni sevdiğim sürece yaşıyorum. Yaşamak demek sen demek, sevmek demektir. Kendince soruyorsundur: "Neden, sevmek bu kadar önemli? Ben bu kadar önemli miyim?" Diye.

Seni sevmek, evet sevmek, seni sevmek benim için çok önemli. Çocukluğumuzu düşünüyorum. Anne karnı kadar güzel, anne karnı kadar kolay beslenilen korunulan bir ortamdan süremiz dolup dünyaya geliyoruz. Anne karnından çıkışımız sanki Hz. Ademle Hz. Havvanın cennetten kovulması dünyaya gönderilmesi gibidir. Bu cennetten atılışta, bu dünyaya gelişte önce bir soğuk hava çarpıyor bedenimize, sonra keskin ve kirli bir hava giriyor ciğerimize. Bu kirli havaya isyanla başlıyor ilk ağlamamız. Kirlenmiş dünyanın kirlenmiş havası kirletiyor önce ciğerimizi sonra yüreğimizi. Yüreğimizde kirlenen kanla damar damar dolaşarak kirletiyor bedenimizi en sonra. Ne kadar masum ne kadar saf ne kadar günahsızızdır ilk başta. Bizi koruyan bir annemiz vardır tüm tehlikelere karşı. Her anlamda bizim hamimiz bir melektir o cennetten atıldın ama buradada emrine bir melek verdik denilmektedir adeta. Bir süre sonra o meleğin sadece bizim meleğimiz olmadığını başkaları ile payladığımızı fark ettiğimiz gün alırız hayatın ilk darbesini. Annemizi kardeşlerimizle, babamızla akrabalarımızla paylaştığımız zaman anlarız hayatın sadece bizim için olmadığını.

Seni sevmek, evet seni sevmek önemlidir, hem de çok önemli. Hayatın ilk darbesini alan bebek ruh büyüdükçe anlayacaktır dünyanın ne olduğunu. Yinede hayat ve dünya yaşanılır yönünü gösterir bize ve hayata tutunmamızı sağlar. Sokaktan, mahalleden arkadaşlar edinir severiz onları ama asıl sevgi önce kendimize nefretimizle başlar, kendimize güvensizliğimizle devam eder. Ergenlik döneminin ilk indirdiği törpülenmedir bu sivilceli hayatımız ve kendimizden soğuyup nefret etmemiz. Gençliğe adım atarken ilk başta beğenmeyiz kendimizi. Bu beğenmeme bir tahtayı rendelediği gibi usta marangozun, hayat marangozu da bizi rendeler. Bazılarımızı usta marangozlar rendeler bazılarımızı acemi çırak. Bu rendelenme ile biraz daha yontulur, şekle gireriz. Ve hayat karşımıza ilk defa yaşayacağımız ergenlik aşkımızı çıkarır. Onsuz yaşayamayız sanırız hayat budur, bunsuz olmaz deriz. Amma hayat törpüsü onu da alır elimizden. Onsuz yaşamaya da alışırız.

Seni sevmek, hayata tutunmaktır. Arkadaşlar gider birer birer göçmen kuş misali uzak diyarlara. Sonra kaybettiğimiz arkadaşlarımız yerine dünya bize yenilerini verir hem de eş olarak. Bir hayatı tüm anlamıyla beraber yaşamaktır eş olmak. Sonra çocuklarımız olur. Bu dünyanın çiçekleri olarak kazandıklarımız hanesine yazılırlar. Fakat onlar da rendeler bizi bir marangoz ustalığıyla. Kaybetmeye de alışmışızdır bu arada. Kaybetme sanatı üzerine konferanslar verebilecek kadar ustalaşmışızdır. Kaybede kaybede hayat savaşında elimizdeki siperleri konuşurken bir uzman edası ile konuşmaya başlarız. Bu zamanda anne babamızı kaybeder, dostlarımızı kaybeder, çevremizdeki dostlarımızı kaybederiz. Rende biraz daha hırpalar, bir daha parça koparır bizden. Hayattan biraz daha soğutur. Yalan dünya o anda sana mal, mülk, makam olarak kendini sunar usta bir hayat kadını gibi tüm iğrenç makyaj malzemelerini kullanarak. Ama onların hepsini elde etmek içinde ne yazık ki rende hiç durmaz. Sürekli rendeler hayatımızı, beynimizi, bedenimizi. Kaybettiklerimiz bizi bu hayatın yorgun bıkkın küskün bilgesi yapacak kadar yontmuş yoğurmuş ve pişirmiştir.

Artık daha fazla kaybedecek güç yok, yürek yok bende. Yeterince yenildim hayata tutunma savaşında. Ne mızrağım var ne de bir zırhım. Ne taş fırlatırım, ne kılıç kuşanırım.

Seni sevmek, evet itiraf ediyorum “seni sevdim”. Evet, evet seni çok sevdim yalan dünyanın tüm çıplaklığıyla yüzüme haykırdığı bana bağlanma demesine rağmen bir seni sevdim. Bu zamana kadar çok törpülendim, çok rendelendim hayatta. Son törpü darbesi beni bu hayattan koparmadan soruyorum sen de beni hiç sevdin mi?
Hoca Çobani

Felek Çakmağın Üstüme Çaktı Sibel PAMUK


21 Şubat 2011 Pazartesi

Sakın gelme.

Umudum vardı sabaha dair,
Hani umutlar hayata bağlardı
Hani umut hayatı güzelleştirirdi
Hani seven düş kırıklığı yaşamazdı
Hani, yıkılmak yılmak olmazdı olamazdı
Ne hayatım güzelleşti ne hayata bağım kaldı.
Ayırdın kopardın beni tüm düşlerimden
Çekip gideceğim yaşadığın şehirden
Sakın gelme benim peşimden
Sakın gelme.

Umudum vardı aşkıma ait
Bırak beni bana küskünlüğümle
Son çırpınışlarını yapan yüreğimle
Gittiğini görmeyeyim açık gözümle
Yaşamalıyım kendime mahrem sevgimle
Yalvarırım ne olur yalvarırım oynama benimle
Ah kopardın beni sana inancımdan
Gurbete attın aşk diyarından
Gidiyorum geri bakmadan
Sakın bakma

Umudum vardı bahara yaza
Kara kışı gelip yerleştin ruhuma
Güzellikler yer etmez oldu kafama
Sensizlik yerleşti gece kabuslarıma
Farkındayım yenildim artık korkularıma
Yeni bir sevgi aşk katamam ben hayatıma
Bir yürek kaldı elimde kırık dökük
Dikilmez gayri umuda ait sökük
Bir beden kaldı ruhen çökük
Bir kez olsun aramadın
Sakın arama

Çakırdikeninden Şahit Olur Mu?

           Evvel çok zaman önce Ökkeş ve Haydar adında iki arkadaş varmış. Haydar, sessiz kendi halinde herkesle iyi geçinen ve herkese yardımcı olan birisi imiş. Ökkeş’in ise gözü daha açık ve dünya malına daha düşkün, hırslı birisi imiş. Pek dost canlısı bir insan olduğu söylenemezmiş. Ökkeş her zaman ne yapar ne eder Haydar’ı kandırır bir yolunu bulup elinde avucunda olanı alırmış. Ökkeş Haydar’ın karısına göz dikmiş. Fakat arkadaşı Haydar’dan çekindiği için ilişememiş. Şehvet ve hırs o kadar gözünü döndürmüş ki Haydar’la yalnız kaldıkları bir gün onu öldürmeye ve karısını ele geçirmeyi düşünmüş. Ancak Haydar güçlü kuvvetli birisi olduğundan dolayı bu işi yapamayacağını biliyor ona göre fırsat kolluyormuş.

          Haydar’la Ökkeş köyden çıkıp başka yerlerde çalışmaya girmişler. Biraz para biriktirince harman zamanı köye dönmeye karar vermişler. Temmuz sıcağında bir ağacın yanına gelince Ökkeş:

          “Yorulduk şurada biraz dinlenelim sonra köye döneriz demiş.”
         
          Haydar hemen uyumuş Ökkeş’e beklediği fırsat doğmuş. Arkadaşı uyurken hemen ayaklarını bağlamış sonra da ellerini. Bu arada Haydar uyanmış:

        “Ne oluyor, ne yapıyorsun sen aklın başında mı?”

        “Aklım başımda, seni öldüreceğim paranı pulunu alıp köye döneceğim.”

        “Arkadaşım yaptığın yanlış mutlaka beni öldürdüğünü bir gören olur ve kurtulamazsın, zindanlarda çürürsün. Gel vaz geç bu işten.”

         “Bu dağın başında kim görecek seni öldürüp buraya gömdüğümü?”

         “Allah büyüktür. O gören ve işitendir. Gün gelir ağaçlara taşlara ve hatta şu çakırdikenine şahitlik ettirir. Yakayı ele verirsin.”

        “Saçmalıyorsun korkudan vay efedim neymiş diken şahitlik yaparmış.”

         Haydar’ın tüm yalvarmalarına ve ikna çalışmalarına rağmen gözünü bürüyen hırs ve şehvet galip gelmiş. Öldürmüş temiz kalpli arkadaşını. Köye döndükten sonra da “o çalıştığımız yerde benden ayrıldı bir daha görmedim” diyerek yalan söylemiş. Belli bir süre sonrada Haydar’ın karısı ile evlenmiş. Aradan yirmi yıl kadar zaman geçmiş karı koca beraber dağda çift sürüyorlarmış. Öküzleri bir kenara durdurmuş ve yemek yerken Ökkeş içten içe gülmeye başlamış karısı sormuş:

       “Ne oldu Ökkeş neye gülüyorsun?”

       “Yok bir şey”
      
        “Yoo var bir şey durduk yere gülünmez ya.” Karısının kendini sevdiğinden emin ve eski kocası Haydar’ı unuttuğundan çok emin olan Ökkeş başlamış anlatmaya.

       “Şu dikene gülüyorum.”

       “Hiç dikene gülünür mü?”

       “Gülünür, gülmem şudur ki senin eski kocan Haydar aklıma geldi.”

        “Ne oldu da aklına geldi?”

       “Haydar’ı seninle evlenebilmek için ben öldürdüm. Çalışmaya gittiğimizde köye dönerken Kömürlük dağının eteğinde kocaman bir ardıç ağacının altında onu öldürmemem için bana söylediği söz geldi aklıma ona güldüm.

       “Ne söyledi ise söyle de biz de gülelim ki neşemiz olsun.”

       “Bana şey dediydi:“Allah büyüktür. O gören ve işitendir. Gün gelir ağaçlara taşlara ve hatta şu çakırdikenine şahitlik ettirir. Yakayı ele veririsin.” Şimdi şu çakırdikenini görünce hatırladım da ona güldüm.”

         Kadın hiç belli etmez ama köye varınca doğru muhtarın yanına gider. Oradan Jandarmalara haber verdirir. Bir zaman sonra köye gelen jandarma Ökkeş’i de alıp bahsettiği dağdaki ulu ardıç ağacının etrafında gömülü cesedi bulurlar. Ökkeş geçte olsa adaletten kaçamaz.
Hoca Çobani

20 Şubat 2011 Pazar

Üzülme Deli Yüreğim

Çınarın Düşü

        Bir kuru ağaçmış, bir eğreti duvarmış düşlerimi yasladığım, hayallerini kurduğum. Şimdi görüyorum ki yaprak yaprak dökülmekteyim yaslandığım ağaçtan. Taş taş düşmekteyim umutlarımı sıraladığım duvardan. Ben her sabah yine olmazlara uyanıyorum, hani bir şeyi çok istersen olurdu, hani sevdiğin zaman sevilirdin. Hani geceler sadece azap çekenler için uzundu. Ben neden sabah olsun istemiyorum?

       Bir göçmen kuşmuş gönül verdiğim. İlkbaharda uçup geldi girdi gönlüme. Kuruyan otlar yeşerdi, tabiat çiçeğe durdu. Ilık bahar yeli rüyalarımı daha da yaşanılır kıldı. Bir düş ki bitmesin sonu gelmesin! Uyanmak istemiyorum. Sabah olmasın, güneş doğmasın beni rüyadan uyandıracaksa olmasın o sabah. Uyanırsam yaz mevsimini yaşamadan sonbahar gelecek. Rüyalarımdan çıkıp gidecek. Avucumdan uçup beni kışla, beni benle yapayalnız bırakarak çekip gidecek. Kışı hiç sevmem, soğuktan korkarım ben. Kim ısıtacak dondurucu gecelerimdeki yalnız düşlerimi? Kim saracak üşüdüğümde kollarıyla hayallerimi? Ne olur uyandırmayın beni ben rüyalarımda mutluyum.

       Bir gelincikti gönül verdiğim. İncecik bir bedenin üzerinde kırmızı yaprakları ile asaletin mahcubiyetin timsali idi. Hep nazenin, hep çekingen hep kırılgan, hep suskun. Ama bilmedim ki gelincik kendinin farkında değil. Gelincik belki üç dört ay yaşar ama sevenlerin gönlünde her dem can bulur. Ben nerede can bulacağım? Kırılmış dallarımla hangi sarmaşığa beden, hangi yaban hayatına yuva olabilirim, hangi çiçeğe gölge olabilirim? Hazan gelince dökülen yapraklarım hangi çiçeğin tohumunu koruyabilir kış ayazından? Kışın korunmayan gelinciğim baharla yeniden açar mı gözlerini? Müjdeler saçar mı divane gönlüme?

       Bir uçurum kenarında sarmaşıktı tutundu-ğum. Uzat ellerini âşık olduğum. Tut ellerimi düşüyorum. Aşağısı çok derin yarlarla dolu. Ayağım kayacak diye korkuyordum. Bilirsin ben her şeyden korkarım zaten, korkağın tekiyim ben. Ama dur bir dakika; artık korkmuyorum. Sebebini bilmiyorum ama yükseklik korkumu yendim ben. Acaba sarmaşık beni artık tutmaz oldu uçuruma düştüm de ondan mı korkmuyorum? Ey sarmaşık beni tutmaktan vaz mı geçtin? Tut ellerimi düşüyorum!

        Farkındaysan gelincik sen bende hepsin, ben sende hiç olsam da. Zaten tüm canlıları yaratan zaten yoktan, hiçten var etmemiş mi? Sayende aslıma dönüp hiç oldum. Hiçlik yalnızlık demekmiş. Yalnız yaşamaya alışacağım. Ama gelincik seni, seni hep seveceğim. Ve sana kendinin ne kadar değerli olduğunu anlatacağım. Ta ki sen kendi değerinin farkına varıncaya kadar.

Ben ellerimi uzattım.
Sende uzat ki çek beni uçurumdan.
Kurtar bu açmaz rüyadan !!!
Tut dallarımdan düşüyorum,
sensiz çok ama çok üşüyorum…

Oğlumun dedesi geldi!

        İhtiyar adam şehirde iş bulup orada evlenip, orada yaşayan oğlunun ziyaret etmek için oğlunun evine gider. Oğlu babasının gelmesinden mutludur.Oğul mutludur fakat gelin bu durumdan hiç hoşnut değildir. Kocasına diyemese de kendi kendini yemektedir gelin. İhtiyarın gelişinin ikinci gününde kocası işe gidince bir plan yapar ve uygulamay koyar. Bebeğini kucağına alır ve sevmeye başlar.

        “Oğlumun dedesi de geldi gelmeden gideside geldi.”

         Dede mesajı almıştır. Mesaj verme sırası dededir. Gelinine döner;

        “Kızım oğlumu ver de birazda ben seveyim.”

         Gelin bebeği uzatır. Dede bebeği kucağına alıp okşamaya başlar.

         “Bak gelin kızım bebek böyle sevilir.

         Senin sevdiğin şekilde aile gerilir.

         Oğlumun dedesinin adı Durali

         Bu günde buralı yarında buralı”

18 Şubat 2011 Cuma

21. Yüzyıl


        Köyünden dışarı çıkmamış çiftçilik yapan birisi artık rençberliğin karın doyurmayacağını tarlaların bölüne böülüne çoluk çocuğuna yetmeyeceğini fark eder ve oğlunu şehire gönderip okutur. Oğlan okumuştur hemen okulu ile ilgili bir mesleğe başlar. İş yerinde iyi bir mevkiside vardır. Evlenmeye karar verir. Babasına:


“Ben evleneceğim” der

“Oğlum iyi düşünmüşsün. Gel sana köyümüzden bir kız alalım onunda elinden tutmuş ol. Köyün işinden gücünden onuda kurtar. Köylümüz olduğu için huyunu tüyünü bilir. Sana saygıyla yaklaşır.”

“Hayır baba ben köyden evlenmek istemiyorum. Ben çalıştığım iş şehirde bir kız gördüm onu sevdim. Onunla evleneceğim.”

“Oğlum gönül bu ferman dinlemez. Ama bir daha düşün hangi kararı verirsen onu desteklerim.”

“Baba düşünmeye gerek yok ben o kızı seviyorum ve evleneceğim.”

“Tamam oğlum sen kararını vermişsin bize sen bilirsin demekten başka çare bırakmamışsın. İnşallah hayırlısı olsun.”

Oğlan şehre döner sevdiği kızla evlenir. Baba yüreği bu birkaç yıl sonra oğlunu özler, eviliği acaba nasıl diye merak eder. “En iyisi gidip bir bakayım diyerek şehrin yoluna düşer. Yaya olarak uzun süre yürür oğlunun evini bulur. Oğlu içeri buyur eder. Hoş beş derken oğluna bakar iyidir. Gelinine bakar gelin bir hayli açık giyinmiştir. Baba bundan rahatsız olur. Oğluna:

“Oğlum bu kıyafet nedir? Bu şekilde giyinilir mi? Ananı böyle hiç gördün müde hanımın böyle.”

“Aman baba burası şehir yeri artık zaman değişti. Artık yirminci yüzyıldayız giyim böyle moda böyle.”

Baba bozulur ama sesini pek çıkarmaz. Bunlara bir ders vereyim diye düşünür. Ertesi sabah gelin kalkıp kahvaltıyı hazırlamıştır. Kayın pederini uyandırmaya gider. Bir de ne görsün kayın peder odada nerede ise anadan üryan dolaşmakta. Koşup kocasına haber verir. Oğlan gelip babasını bu halde görünce birazda kızgın bir eda ile:

“Baba bu ne haldir böyle delirdin mi sen?”

“Hayır oğlum delirmedim. Gayette iyiyim ama ben bu gün herhalde yirmibirinci yüzyıla geçtiredivermişim”

17 Şubat 2011 Perşembe

Güzel seni çok özledim

Adım hazandır benim


Kuru yaprak gibi rüzgar savurdu beni
Sana olan susuzluğum kavurdu beni
Hayat acısıyla gamıyla yoğurdu beni
Kışa doğru giderim adım hazandır benim

Derdim var söyleyemem yaşarım
Acı çekerim budur benim kararım
Aşkından her daim Sararıp solarım
Dert bendedir adım hüzündür benim

Gün olur Leyla için çöllere düşerim
Fuzulinin kaleminde gazel olurum
Her sevdada ben kendimi bulurum
Yanmaya giderim, adım aşktır benim

Alıştırdın benli gelin beni güzel sevmeye
Mecnun gibi her yönde Leyla görmeye
Muradımdır, sinenden güller dermeye
Sinen uzaktır bana, adım elemdir benim

Bu gün varım yarın yoğum bunu bilin
Huzuru divana hesap yapıp hazır gelin
Peşine düşmeyin sakın şehvetin malın
Bana dünya derler, adım yalandır benim

15 Şubat 2011 Salı

Cengiz KURTOĞLU gece olunca

Bir Yar Yok !


Bu gün bir sıkıntı var içimde
Binbir düşünceler oluşuyor zihnimde
Söyle hiç aklına geliyormuyum seninde
Yine aklına getiren yok, bir yar yok

Alıp başımı çekip gitmek istiyorum
Yalnızlık çare değil çok iyi biliyorum
Bu günüm yok yarınım yok görüyorum
Yine yalnızlığımı bilen yok, bir yar yok

Yalan dünya neden yaptın bana böyle
Yaktın beni bu cehennem ateşlerinde
Bir hançer sokulu tamamen yüreğimde
Yine hançeri çıkaracak yok,bir yar yok

Unutamam Seni

Mutlu Değilmiş

Çınar ağacı gencecik bir fidanken sürekli hayaller kurar, her akşam ve sabah yaradanına dua edermiş. Her gün sabah, günün ışıması ile genç fidan duaya başlar;

“Allahım büyünce dallarım o kadar güçlü olsun ki insanlar çıkmakta güçlük çeksinler. En yukarıdaki dallarım bulutlara ersin. Ben yukarıdan bakınca tüm ormanı seyredebileyim. Bana en güzel sesli bülbüller gelsin dalımda yuva yapsın her daim aşk şarkıları söylesin. Gölgemde sadece en güzel açan güller yer alsın başka bitki arkadaş falan istemem. O güllerin mis gibi kokan çiçekleri sarı beyaz her renk açan yaprakları olsun.”

Bu dualar çok uzun zaman devam etmiş. Fakat bir zaman sonra oduncunun birisi kendisini kesmek için vurmuş baltayı. Çıkan sese ormancı gelmiş. Oduncunun baltayı almış oduncuyu da götürmüş oradan. Çınar ağacı çok sevinmiş bu duruma. Ama gövdesi de yaralanmış.

Zamanla yaralı haliyle büyümüş, etrafında neşe saçan serçeler, kelebekler, arılar uçuşur olmuş. Gölgesinde bir birinden güzel kır çiçekleri açmış. Hele o kır çiçekleri arasında açan gelincik bambaşka imiş.Her gün gelincikle sohbet eder. Hoşça vakit geçirirlermiş.Zaman akıp geçmiş su misali.

Bir gece düşünde çocukluk yıllarında yaptığı duayı ve hayallerini görmüş. Sabah olunca büyük bir huzursuzlukla uyanmış. Arkadaşlarından arı sormuş;

“Neyin var ? ne oldu?”

“Bilmiyorum mutsuzum.”

Arı;

“Neden mutsuzsun?”

“Genç bir fidanken geleceğe ait hayallerim vardı.” demiş, anlatmış hayallerini ve şimdiki durumunu.

Arı;

“Ama şu anki durumun çok iyi” demiş ama çınar ağacı ilgilenmemiş bile arının sözleri ile.

Serçeye gitmiş anlatmış hayallerini ve şimdiki halini.

Serçe;

“Kendini boşuna üzüyorsun biz senin yanındayız, bizler seni seviyoruz sen bizim için çok önemlisin!” demiş,

Çınar serçeyi de dinlememiş. Sonra en yakın dostu gelinciğe anlatmış derdini,

“Mutsuzum hiçbir hayalim gerçekleşmedi, ne yöredeki en yüksek ağacım nede dallarımda bülbüller şakıyor.Allah beni sevmiyor,sevseydi isteklerimi bana verirdi,”

Gelincik,bir ah çekerek durumlarının iyi olduğunu bu durularına şükretmek gerektiğini, anlatır ama, dinleyen kim?

“Bak böyle yaparsan hasta olursun kurur gidersin” der, fakat çınar dinlemez,dinlemek istemez,

Her gün bu durumu kara kara düşünürken etrafı ile ilişkisini keser içine kapanır. Mutsuzluğu daha da artar. Sonunda sağlığı da bozulur.Yapraklar sararmaya dallar kurumaya doğru gider. Ama bu durum hiç umurunda bile değildir. “Neden hayallerime kavuşamadım, Yüce Yaratan beni neden sevmemektedir.”

Böyle bir ruh halinde iken rüyasına bir melek girer. Ne olduğunu Allahın izni ile bilmesine rağmen sorar;

“Nedir bu halin, ne oldu sana?”

Çınar ağacı anlatır uzun uzun her şeyi dilinin döndüğünce. En son derki;

“Allah beni sevmiyor sevseydi gerçekleşirdi hayallerim.Kabul olurdu dualarım”

Melek;

“Allah seni seviyor ve tüm dualarını da biliyor ve kabul etti.”

Çınar;

“Madem biliyor neden hiçbir isteğim gerçekleşmedi? İstediklerimi neden vermedi?”

Melek;

“Allah yarattığı varlığın geleceğini düşünür. Ona görevler yükler. Sen o görevleri yerine getirdin mi ? Hem Allah seni o kadar seviyor ki senin istediğinden bile fazlasını verdi sana.”

Çınar;

“Rabbim benden ne ister?”

Melek;

“İçinde bulunduğun duruma şükretmeni ister. Ormanda açıkta kalan yurtsuz yuvasızlara yurt olmanı ister. Gölgende barınanlara daha sevgiyle şefkatle ilgilenmeni bekler. Hem Allah seni sevmeseydi seni kesmeye çalışan oduncuya engel olur muydu ? Şunu bil ki senin hayır bildiğin şeyde şer, şer bildiğin şeyde hayır vardır.”

14 Şubat 2011 Pazartesi

Mevlit Kandiliniz Kutlu Olsun

Alemlere rahmet olarak gönderilen peygamber efendimizin doğum günü dolayısı ile Tüm islam aleminin mevlit kandilini kutlarım.

Sevgililer Günü

Ömrüm ömrüne can olsun
Tüm sevenlerin ve sevilenlerin
Sevgililer günü kutlu olsun
Sevenler ve sevilenler mutlu olsun

Bilelim dünya fanidir dünya yalandır
Asıl sevgili ve sevilecek Resulullahtır.
Dünyaya malına zevkine kanma
Varacağın yar ve yaradandır

13 Şubat 2011 Pazar

Gidiyorum


Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Tenim çöl kumu rengine döndü,
Bir sen bana dönemedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Kan çanağı oldu ağlamaktan gözlerim ,
Yaşları bir sen silmedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Çınar sarardı, soldu, döktü yapraklarını
Kuruyan çınarı bir sen görmedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Batan güneş gibi arkamda bıraktığım kızıllığı,
Geceler oldu bir sen bilmedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Sana hayaller anlattım geceler boyu
Hayalleri bir sen duymadın,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Bana gözlerinle çok şey söyledin ama,
Gitme kal, bir seni seviyorum demedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Sevgimi, yüreğimi, aşkımı alıp bu elden gidiyorum,
Senden kaçacağım ve fırtınalar ülkesine sığınacağım
Biliyorum sen beni hiç sevmedin.
Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Sana sığınmaya gidiyorum.
Demirleyecek liman sende,
Fırtınadan kaçıp, yine yeniden sana gelmek istiyorum
Çünkü seni çok, çok seviyorum,

12 Şubat 2011 Cumartesi

Kırmızı Buğday Cengiz Özkan

Neslihan Seni Hiç Sevmedin

Lider Kim?

Lider Kadın
Dost sohbetinde muhabbet muhabbeti açmış herkes çalışma ortamından bahsediyor, işyerindeki sıkıntılarını paylaşıyordu. Söz dönüp dolaşıp bana gelince iş yerimde hiç sıkıntım olmadığını söyleyince:

“Sen öyle san, herkesin iş yerinde sıkıntılar vardır. Ama sen yetkili olduğun için bazılarını sana hissettirmiyorlardır veya korkup anlatamıyorlardır.”

“Arkadaşlar elbette her yerde sıkıntılar vardır. Önemli olan bu sıkıntıları büyütmrk değil üzerine gidip çözmeye çalışmaktır. İsterseniz size başımdan geçen bir olayı anlatayım izniniz varsa?”

“Estağfurullah ne izni anlat bakalım neymiş bizde bilelim.”

“Çalıştığım ilçedeki eğitim öğretim seviyesini beğenmemiş o nedenle daha merkezi olan il merkezine tayinimi istemiştim. Çocuklarımın eğitimi için gönüllü olarak tenzili rütbe yaparak şehrin en merkezi yerlerinden birindeki kuruma müdür olarak atanmıştım. Şimdiye kadar bu kadar kalabalık bir ortamda görev yapmamıştım. Geldiğim zaman binanın merkezi olmasına rağmen hizmet alamada geri kaldığını gördüm ve çok üzülmüştüm. Bahçede üç tane ana bina haricinde üç dört tanede küçük küçük yapılar olduğunu bunların depo tuvalet gibi yapılar olduğunu buna rağmen hala erkek çalışanlarla bayan çalışanların aynı tuvaleti kullandığını tespit etmiştim. Eski idari yapı ve çalışanlar bu durumu kanıksamışlardı. Burada ne yaparsan yap değiştiremezsin diye olan motivasyonumuda yok etmeye çalışıyorlardı.”

“Hani sıkıntın yoktu ne oldu?”

“Durun arkadaşalr acele etmeyin. Ben bu bocalamaları yaşarken iki çocuk annesi bir çalışanım hep destek verdi. Hep olumlu önerilerle yanıma geldi. Eleştirmekten ziyade işe el attı. Mermerciden mermer istedik, bir yerden kum, bir yerden çimento, belediyeden hizmet istedik. İstedik dediysem beni yönlendiren hep o çalışanımdı. Hep benimle her yere gitti, hizmetin gelmesi için gecesini gündüzüne kattı. Binanın duvarını boyadı, Demirleri boyadı. Yetmedi o nazik elleri ile kilit taş döeşedi bahçeye. O taş döşerken diğer çalışanlar onu takdir etmediler ve eleştirdiler. O bütün eleştirilere şu cevabı verdi.”

“Arkadaşlar biz çalışanlara düşen bir problem varsa o problemin üstüne gitmektir. Ben sizin gibi yapmıyorum. Problemin parçası olmaktansa çözümün parçası olmayı tercih ediyorum.”

“İşte arkadaşlar o bayandan çok şey öğrendim. Benim olaylara bakış açımı değiştiren harika birisi idi o. Ben ondan ilham alarak o günden sonra hep çözümün parçası olduğum için iş yerindeki problemleri çözmek için çabalıyorum burda anlatmak yerine.”