Bu Blogda Ara

Sayfalar

28 Şubat 2011 Pazartesi

Ey Sevgili Gelincik;

Ey sevgili gelincik;
Hep gelin kalmak değil, aslını koruyarak saf olmaktır, saf kalmaktır... Duru olmaktır, arı olmaktır. Masum olmaktır, masumiyetini koruyabilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, özündekini diline dökebilmektir, karşıdakini toprak gibi, su gibi, hava gibi, ateş gibi sevebilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, ateş sevdiğini pişirirken bazen yakar. Gelincik sevdiği uğruna yanabilmektir, gelincik sevdiğini aşk ateşiyle yakabilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, toprak anadır, toprak vatandır. Hangi toprak ana olup kucaklamamıştır üzerindekini, hangi toprak yurt olmamıştır yurtsuz yuvasızlara. Gelincik yurt olabilmektir yurtsuzlara, gelincik anaolup kucaklayabilmektir. Toprak olmak yol olmaktır. Yol olmak sevgiliye ulaşmaktır.

Ey sevgili;
Gelincik, havadır, aldığımız nefestir. Hiç gördün mü havanın beni soluma dediğini ? Gelincik solumaktır, solunmaktır. Gelincik solunmayı bilmektir.

Ey sevgili;
Gelincik, sudur. Her canlının hayat kaynağıdır. Su ihtiyacı olana yağmur olup yağabilmektir. Dere olup akabilmektir, ırmağa ummana kavuşabilmektir. Yudum yudum kana kana içebilmektir. Sevdiğinin ateşini söndürebilmektir. Sevdiğinle sönmektir.

Ey sevgili;
Gelincik hayattır, hayatın özüdür. Bana bir canlı gösterki topraksız susuz havasız yaşabilsin. Kendi öz ateşi olmadan canlı kalabilsin.

Ey sevgili;
Gelincik sen hayatsın...

Hayat sensin, toprak sensin, su sensin, hava sensin, ateş sensin

Üç Yaralı Gelincik Çiçeği – Mustafa Cihat ilahisini dinle.

27 Şubat 2011 Pazar

Burçin Dotum dostum

İhanete Uğrayan Dostluk

İlahi onmaya yardan ayıran

Bahçede bülbüller ötüyor uyan

Kula gölge ise Allaha ayan

Senden ayrılalı gülmedim dostum

Bu gün yolda yürürken yanımdan geçen bir arabada bir türkü çalıyordu. Türkü bana kendimi, arkadaşlarımı, arkadaşlıklarımı sorgulama fırsatı verdi. Türküyü dinleyince dostluk kavramı üzerine düşündüm. Dost kimdir? Kime dost denir? Gerçek dost nedir?

Keşke düşünmese idim, diye sonra kendime kızdım. Dostluk kavramının içinin boşaltıldığını fark ettim. Dost deyince; Allah dostları, Allaha yakın olan kullar, yaptığı her işte Allah rızasını gözeten, sevdiği zaman Allah için seven, verdiği zaman Allah için veren Veli zatlar geldi fukara aklıma. Hiç birimizde Allah dostu olacak gibi bir çaba olmadığını düşündüm. Daha sonra geçenlerde bir arkadaşıma her hangi bir niyetim olmadan dostum deyince arkadaşımın suratının değiştiğini ve bu kelimeden rahatsız olduğunu hatırladım. Arkadaşım hiç sevmediğim bir kelime ile bana hitap etmeye başladı kanka şeklinde. İnanın kanka kelimesinden sonra sanki arkadaşla aramızda uçurumlar oluştu. Biraz daha uzaklaştık. Dost kelimesinden rahatsız olandan dost mu olur?

Dost kelimesinden rahatsız olandan dost olmaz. Olmaz olmasına ama bu kelimeden insanlar neden rahatsız neden kullanmak istemiyorlar. Düşündüm Eskiden insanlar en hakiki dostlarına kara gün dostu, yalan arkadaşlıklarada iyi gün dostu şeklinde söylemişler bu kelimeler deyim olarak edebiyatımıza yansımış. Ne yazıkki popüler kültür ve tüketim toplumu milletimizin bir bir çok değerini yok ettiği gibi şimdide gözünü dostluğa dikti. Nerde kaldı can dostluğu nerde kaldı yol dostluğu? Biz Dosta ve dostluğa ihanet ettik.

Tüketim toplumu ahlakımızı çökertmek için dilimizi, dinimizi eğitimsistemimizi ve kültürümüzü hedef aldı. En son ayakta kalan aile kavramınıda yıkabilmek için kendisine metres tutan ahlak zaafı olan insanlar için ne yazıkki “kendisine dost tutmuş” şeklinde ifade ederek dost kavaramını yerle bir etmektedir. Batı toplumu ahlaki çöküntülerinin farkında ve çözülmeyi önlemek için çareler aramaktalar. Kurtuluş için bir çok ülkede araştırmalar yapmakta bununla ilgili projeler hazırlamaktalar. Biz ise yozlaşmış içi boşalmış batı kültürü etkiyle bir kültür erozyonuna uğradığımızın farkında bile değiliz. Bu erozyondan kurtuluş aile mevhumunu ve dostluğu koruyarak olacaktır kanaatimce. Nerede Allah dostluğu ahiret hayatını düşünme nerede dost ve dostluk. Dost dostunu ilmiyle pişiren olgunlaştırandır. Dost dostu için aşk ateşinde tutuşabilmektir. Dost dostunu tutuşturabilmektir.

Dost dostunun ahiretini düşünen ve Alah yoluna sevk edendir. Mevlana ile Şems gibi olabilmektir. Dostun seni aşk ateşi ile olgunlaştırmalı aşka uçurmalıdır. Dostun seni uçuran kanatların olabilmelidir. Burada şu sözler bize her şeyi anlatır özetler.


“Aşka uçma kanatların yanar.” (sadi Şirazi)

“Aşka uçmadıktan sonra kanat neye yarar!” (Hz. Mevlana)

“Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar?” (Yunus Emre)

26 Şubat 2011 Cumartesi

Yollarına Kar mı Yağdı? Özlem Özdil

Dışarıda Kar Yağıyor

Dışarıda kar yağıyor, lapa lapa yağan kar bir örtü gibi, bir battaniye gibi tabiatın üstünü örtmekte. Bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkat gibi üşümesin diye sarıp sarmalamakta yeri ve ağaçları. Sarmalamakla kalmıyor çoğunun bakımına özen gösteren ana gibi aynı zamanda güzelleştirmekte ve kusurlarını örtmekte her tarafın.

Dışarıda kar yağıyor, müjdeler veriyor bahar adına. Bakmasını bilene ne ibretler ne güzellikler vardır dört mevsimin içinde. Doğum olayını canlanmayı anlatır bahar mevsimi, yaşamayı olgunlaşmayı sorumluluğu anlatır yaz mevsimi. İhtiyarlıktır son bahar şakaklara kır düşmesi, yanakların buruşmasıdır derinin kırışmasıdır. Hayatın sonunu anlatır kış mevsimi ölümdür, ölümü anlatır. Ama Allah ölümü anlatırken bile tekrar dirilmeyi hatırlatmak için hemen arkasından ilkbaharın geleceğini müjdeler. Mevsimlerde alınacak ne ibretler vardır görmesini, bakmasını bilene.
Dışarıda kar yağıyor, kat kat örtüyor dünyanın kirini pasını. Bu kiri pası kapatırken o kadar mı estetik olur bu kapatma. Her şeyin aslını araştıracağız diye ayıpları bir bir ortaya çıkaran biz insanlara ne büyük ibrettir. Gece karanlığının ve bembeyaz karın her kusurun üstünü örtmesi. Ben sizin günahların üstünü örterim yeter ki siz tövbe edin bembeyaz bir sayfa açın der gibidir kar yağışı.
Dışarıda kar yağıyor, gökten melekler inmekte karla beraber. Hiçbir kar tanesi bir birine benzemeyen kristallerden meydana geliyor. Hepsi altı köşeli olmasına rağmen nasıl olur da birbirine hiç benzemez. Allah ey kullarım siz benim yanımda çok değerlisiniz bakın herkese sanat eseri indiriyorum diye ders veriyor biz kullarına. Bir kitapta okumuştum; Gökten yere inen hiçbir kar tanesi bir birine değmeden indiğini ve bu kar tanelerinin her biri için görevli bir melek olduğunu onları kanatları ile yeryüzüne indirdiğini. Sanki yeryüzüne inen kar tanesi değil de korunmaya muhtaç bir bebek indiriliyor ihtimamı var bu inişte.

Dışarıda kar yağıyor, ihtimamla yağıyor bu kar hem de kat kat bir yağış. Kar ne olursun yağ, yağ ki örtülsün kusurların üstü. Belki kusurlarla beraber dertlerimizin üstü de örtülür. Örtülür ki unutulur bazı acılar ve acı verenler. Karın yağışındaki ihtimam biz insanlar arasında var mı? Elbette ki yok. Sevdiklerimize veya bizi sevenlere gösterebiliyor muyuz bu özeni, bu dikkati? Karşılığını göremediğimiz her davranış her tavır karşısında kar caddelere, sokaklara, dağlara ovalara değil de yüreğimize yağıyor.
Dışarıda kar yağıyor, yüreğime kar yağıyor. Bu kar örtü olmak için değil üşütmek için yağıyor sanki. Kusurları ayıpları örten kar bu defa sert yüzünü, soğuk ve dondurucu yüzünü sergiliyor her nedense. Dışarıda yağan kar üşütmüyor beni. Bu kez beni üşüten başka bir şey. Yağan karda güzellikler Allahın rahmetini yansıtırken, dondurucu soğuklar da ise gazabı görürüz. Ben bu gazabı bu azabı neden gördüğümü biliyorum. Ama bilmek yetmez, biz demek ki azaba talip olmuşuz. Zaten sevmek azaba talip olmak değil midir?
Dışarıda kar yağıyor, yüreğime azap yağıyor. Bazı kişiler Allahın rahmet sıfatından hiç faydalanmayıp, hiç ilham almayıp, hep gazap sıfatını mı yansıtıyor acaba? Allah kendisini sevenlere azap etmezken kulları kendini sevenlere neden azap ediyor?

Dışarıda kar yağıyor…

Yazan Hoca Çobani

Penceren Kar Geliyor

25 Şubat 2011 Cuma

BİLİNMEYEN GELİNCİK



Tanrı Dağlarından çıkıp her bir coğrafyayı dolaşıp kendine yurt arayan Türk Milletinin kendisi ile birlikte taşıdığı değerler vardır. Bu değerler yaşayıştır, dildir, kültürdür, ahlaktır, sevgidir, vatan sevdadır.

Bu taşınan değerler gün gelmiş halılara, kilimlere motif olmuş, gün gelmiş dokuma çuha olmuş, aba olmuş kadınımızın, erkeğimizin sırtında. Çadır olmuş, yuva olmuş gittikleri uzak diyarlar da. Taa Orta Asya’dan, Altaylardan, Ceyhun’dan Anadolu’ya taşımışız yaşantımızı, duygularımızı, dilimizi, töremizi.

Türk kültüründe doğanın her özelliğini birebir taşıma vardır gittiği yere. Esinlenme vardır bu esinden ortaya çıkan ve milli kültürü şekillendiren töreler gelenek görenekler vardır.

Bu geleneklerden birini biraz açacak olursak; Canı gibi sevdiği ciğerparesine, evlenecek kızının ellerine kına yakmıştır, yeni yuvasına eşine kurban olsun diye. Genç kızların yanaklarının canlılığının kanlılığının sembolü olan gelinlikler giydirerek yolcu etmişler erinin evine, yeni yurduna, yuvasına. Yanakları al al olan gelinlerimize de al renkli gelinlikler yakışırdı elbette. İlkbaharı doğanın gelinlik kuşanması gibi görmüş. Ve dağda açan çiçeğe de sevimlilik katmak adına küçük gelin anlamına gelen adlar vermişler. Gelinlik çağına gelen genç kızlar tabiatta gelinlik rengine yaraşır çiçeklere isim vererek sembolize etmişler duygularını heyecanlarını. Ve bu sembolü bir çiçekte bulmuşlar.

Nisanla temmuz ayları arasında, kırmızı renkli, 25-35 cm boyları arasında bir veya çok senelik otsu, çiçekler açar yol kenarında tarlaların arasında. Buğday tarlalarında, ekilmemiş bakir yerlerde rastlanır. Türkiye’nin hemen hemen her yerinde yetişmektedir.

Kırmızı deyince zaten anladınız ama gelinciklerden bahsediyoruz. Biz onların zarif ve narin güzelliklerine vurgunuz, tutkunuz ama gelinciğin anlamı sadece bu değildir. Gelincik naziktir, zariftir gelincik bir sevdadır. Gelincik aşktır Anadolu’da. Gelincik namus timsali bir Anadolu Türk kadını gibidir. Gelincik dağda yaşamayı seçmiştir saksıda değil aynı Türk kadını gibi. Kabına sığmayan Anadolu kadını sadece obasında değil, sürüsünde, keçisinde, koyununda, kuzusunda, savaşında, barışında hep mağrurdur. Teslim olmamış obaya sığmamış hep o anaçlığını çalışkanlığını sürdürmüş. İşte evcilleşmeyen gelincikte (Dağ Lalesi) Türk kadınını anlatır. Gül gibi elden ele dolaşan çiçek olmaktansa yaban kalıp asaletini koruyarak ölmeyi tercih eder gelincik.

Anadolu’yu Türkleştirmeye çalışan Horasan Erenlerini anlatır, Hoca Ahmet Yesevi’yi anlatır. Horasan Erenleri Anadolu’yu yurt yapmak için demirci, kalaycı, somuncu olmuştur. Gösterdiği bu uğraş boş değildir. Bu çaba sayesinde yurt olmuştur Anadolu Türk Milletine. Sürüsünü, obasını, anasını, balasını getirmişse, gelinlerimizin sembolü Gelinciği de getirmiştir milletimiz beraberinde.

Namusun sembolüdür, geleceğin sembolüdür, sevdanın sembolüdür gelincik. Gelinin, gelinliğin sembolüdür gelincik. Anadolu’nun bazı yörelerinde gelinlerimizin beline kırmızı kuşak bağlanır, baba evinden çıkarken. Bu kırmızı Orta Asya’dan bu yana gelen kırmızı gelinliğin terk edilemeyen ifadesidir bir yerde.

İlaçtır gelincik, şifadır gelincik, dertlere devadır gelincik. Aşk acısını gelin olmak çözerse gelincikte tüm insanların dertlerini çözer inşallah….

23 Şubat 2011 Çarşamba

Ömür Rendesi

Seni sevmek, seni düşünmek, anı yaşamak, seni yaşamak, senle bir zaman dilimini paylaşmak, senle yaşadığım şehri paylaşmak, senle soluduğum havayı paylaşmak yaşamanın ve yaşadığının farkına varmaktır. Ben seni sevdiğim sürece yaşıyorum. Yaşamak demek sen demek, sevmek demektir. Kendince soruyorsundur: "Neden, sevmek bu kadar önemli? Ben bu kadar önemli miyim?" Diye.

Seni sevmek, evet sevmek, seni sevmek benim için çok önemli. Çocukluğumuzu düşünüyorum. Anne karnı kadar güzel, anne karnı kadar kolay beslenilen korunulan bir ortamdan süremiz dolup dünyaya geliyoruz. Anne karnından çıkışımız sanki Hz. Ademle Hz. Havvanın cennetten kovulması dünyaya gönderilmesi gibidir. Bu cennetten atılışta, bu dünyaya gelişte önce bir soğuk hava çarpıyor bedenimize, sonra keskin ve kirli bir hava giriyor ciğerimize. Bu kirli havaya isyanla başlıyor ilk ağlamamız. Kirlenmiş dünyanın kirlenmiş havası kirletiyor önce ciğerimizi sonra yüreğimizi. Yüreğimizde kirlenen kanla damar damar dolaşarak kirletiyor bedenimizi en sonra. Ne kadar masum ne kadar saf ne kadar günahsızızdır ilk başta. Bizi koruyan bir annemiz vardır tüm tehlikelere karşı. Her anlamda bizim hamimiz bir melektir o cennetten atıldın ama buradada emrine bir melek verdik denilmektedir adeta. Bir süre sonra o meleğin sadece bizim meleğimiz olmadığını başkaları ile payladığımızı fark ettiğimiz gün alırız hayatın ilk darbesini. Annemizi kardeşlerimizle, babamızla akrabalarımızla paylaştığımız zaman anlarız hayatın sadece bizim için olmadığını.

Seni sevmek, evet seni sevmek önemlidir, hem de çok önemli. Hayatın ilk darbesini alan bebek ruh büyüdükçe anlayacaktır dünyanın ne olduğunu. Yinede hayat ve dünya yaşanılır yönünü gösterir bize ve hayata tutunmamızı sağlar. Sokaktan, mahalleden arkadaşlar edinir severiz onları ama asıl sevgi önce kendimize nefretimizle başlar, kendimize güvensizliğimizle devam eder. Ergenlik döneminin ilk indirdiği törpülenmedir bu sivilceli hayatımız ve kendimizden soğuyup nefret etmemiz. Gençliğe adım atarken ilk başta beğenmeyiz kendimizi. Bu beğenmeme bir tahtayı rendelediği gibi usta marangozun, hayat marangozu da bizi rendeler. Bazılarımızı usta marangozlar rendeler bazılarımızı acemi çırak. Bu rendelenme ile biraz daha yontulur, şekle gireriz. Ve hayat karşımıza ilk defa yaşayacağımız ergenlik aşkımızı çıkarır. Onsuz yaşayamayız sanırız hayat budur, bunsuz olmaz deriz. Amma hayat törpüsü onu da alır elimizden. Onsuz yaşamaya da alışırız.

Seni sevmek, hayata tutunmaktır. Arkadaşlar gider birer birer göçmen kuş misali uzak diyarlara. Sonra kaybettiğimiz arkadaşlarımız yerine dünya bize yenilerini verir hem de eş olarak. Bir hayatı tüm anlamıyla beraber yaşamaktır eş olmak. Sonra çocuklarımız olur. Bu dünyanın çiçekleri olarak kazandıklarımız hanesine yazılırlar. Fakat onlar da rendeler bizi bir marangoz ustalığıyla. Kaybetmeye de alışmışızdır bu arada. Kaybetme sanatı üzerine konferanslar verebilecek kadar ustalaşmışızdır. Kaybede kaybede hayat savaşında elimizdeki siperleri konuşurken bir uzman edası ile konuşmaya başlarız. Bu zamanda anne babamızı kaybeder, dostlarımızı kaybeder, çevremizdeki dostlarımızı kaybederiz. Rende biraz daha hırpalar, bir daha parça koparır bizden. Hayattan biraz daha soğutur. Yalan dünya o anda sana mal, mülk, makam olarak kendini sunar usta bir hayat kadını gibi tüm iğrenç makyaj malzemelerini kullanarak. Ama onların hepsini elde etmek içinde ne yazık ki rende hiç durmaz. Sürekli rendeler hayatımızı, beynimizi, bedenimizi. Kaybettiklerimiz bizi bu hayatın yorgun bıkkın küskün bilgesi yapacak kadar yontmuş yoğurmuş ve pişirmiştir.

Artık daha fazla kaybedecek güç yok, yürek yok bende. Yeterince yenildim hayata tutunma savaşında. Ne mızrağım var ne de bir zırhım. Ne taş fırlatırım, ne kılıç kuşanırım.

Seni sevmek, evet itiraf ediyorum “seni sevdim”. Evet, evet seni çok sevdim yalan dünyanın tüm çıplaklığıyla yüzüme haykırdığı bana bağlanma demesine rağmen bir seni sevdim. Bu zamana kadar çok törpülendim, çok rendelendim hayatta. Son törpü darbesi beni bu hayattan koparmadan soruyorum sen de beni hiç sevdin mi?
Hoca Çobani

Felek Çakmağın Üstüme Çaktı Sibel PAMUK


21 Şubat 2011 Pazartesi

Sakın gelme.

Umudum vardı sabaha dair,
Hani umutlar hayata bağlardı
Hani umut hayatı güzelleştirirdi
Hani seven düş kırıklığı yaşamazdı
Hani, yıkılmak yılmak olmazdı olamazdı
Ne hayatım güzelleşti ne hayata bağım kaldı.
Ayırdın kopardın beni tüm düşlerimden
Çekip gideceğim yaşadığın şehirden
Sakın gelme benim peşimden
Sakın gelme.

Umudum vardı aşkıma ait
Bırak beni bana küskünlüğümle
Son çırpınışlarını yapan yüreğimle
Gittiğini görmeyeyim açık gözümle
Yaşamalıyım kendime mahrem sevgimle
Yalvarırım ne olur yalvarırım oynama benimle
Ah kopardın beni sana inancımdan
Gurbete attın aşk diyarından
Gidiyorum geri bakmadan
Sakın bakma

Umudum vardı bahara yaza
Kara kışı gelip yerleştin ruhuma
Güzellikler yer etmez oldu kafama
Sensizlik yerleşti gece kabuslarıma
Farkındayım yenildim artık korkularıma
Yeni bir sevgi aşk katamam ben hayatıma
Bir yürek kaldı elimde kırık dökük
Dikilmez gayri umuda ait sökük
Bir beden kaldı ruhen çökük
Bir kez olsun aramadın
Sakın arama

Çakırdikeninden Şahit Olur Mu?

           Evvel çok zaman önce Ökkeş ve Haydar adında iki arkadaş varmış. Haydar, sessiz kendi halinde herkesle iyi geçinen ve herkese yardımcı olan birisi imiş. Ökkeş’in ise gözü daha açık ve dünya malına daha düşkün, hırslı birisi imiş. Pek dost canlısı bir insan olduğu söylenemezmiş. Ökkeş her zaman ne yapar ne eder Haydar’ı kandırır bir yolunu bulup elinde avucunda olanı alırmış. Ökkeş Haydar’ın karısına göz dikmiş. Fakat arkadaşı Haydar’dan çekindiği için ilişememiş. Şehvet ve hırs o kadar gözünü döndürmüş ki Haydar’la yalnız kaldıkları bir gün onu öldürmeye ve karısını ele geçirmeyi düşünmüş. Ancak Haydar güçlü kuvvetli birisi olduğundan dolayı bu işi yapamayacağını biliyor ona göre fırsat kolluyormuş.

          Haydar’la Ökkeş köyden çıkıp başka yerlerde çalışmaya girmişler. Biraz para biriktirince harman zamanı köye dönmeye karar vermişler. Temmuz sıcağında bir ağacın yanına gelince Ökkeş:

          “Yorulduk şurada biraz dinlenelim sonra köye döneriz demiş.”
         
          Haydar hemen uyumuş Ökkeş’e beklediği fırsat doğmuş. Arkadaşı uyurken hemen ayaklarını bağlamış sonra da ellerini. Bu arada Haydar uyanmış:

        “Ne oluyor, ne yapıyorsun sen aklın başında mı?”

        “Aklım başımda, seni öldüreceğim paranı pulunu alıp köye döneceğim.”

        “Arkadaşım yaptığın yanlış mutlaka beni öldürdüğünü bir gören olur ve kurtulamazsın, zindanlarda çürürsün. Gel vaz geç bu işten.”

         “Bu dağın başında kim görecek seni öldürüp buraya gömdüğümü?”

         “Allah büyüktür. O gören ve işitendir. Gün gelir ağaçlara taşlara ve hatta şu çakırdikenine şahitlik ettirir. Yakayı ele verirsin.”

        “Saçmalıyorsun korkudan vay efedim neymiş diken şahitlik yaparmış.”

         Haydar’ın tüm yalvarmalarına ve ikna çalışmalarına rağmen gözünü bürüyen hırs ve şehvet galip gelmiş. Öldürmüş temiz kalpli arkadaşını. Köye döndükten sonra da “o çalıştığımız yerde benden ayrıldı bir daha görmedim” diyerek yalan söylemiş. Belli bir süre sonrada Haydar’ın karısı ile evlenmiş. Aradan yirmi yıl kadar zaman geçmiş karı koca beraber dağda çift sürüyorlarmış. Öküzleri bir kenara durdurmuş ve yemek yerken Ökkeş içten içe gülmeye başlamış karısı sormuş:

       “Ne oldu Ökkeş neye gülüyorsun?”

       “Yok bir şey”
      
        “Yoo var bir şey durduk yere gülünmez ya.” Karısının kendini sevdiğinden emin ve eski kocası Haydar’ı unuttuğundan çok emin olan Ökkeş başlamış anlatmaya.

       “Şu dikene gülüyorum.”

       “Hiç dikene gülünür mü?”

       “Gülünür, gülmem şudur ki senin eski kocan Haydar aklıma geldi.”

        “Ne oldu da aklına geldi?”

       “Haydar’ı seninle evlenebilmek için ben öldürdüm. Çalışmaya gittiğimizde köye dönerken Kömürlük dağının eteğinde kocaman bir ardıç ağacının altında onu öldürmemem için bana söylediği söz geldi aklıma ona güldüm.

       “Ne söyledi ise söyle de biz de gülelim ki neşemiz olsun.”

       “Bana şey dediydi:“Allah büyüktür. O gören ve işitendir. Gün gelir ağaçlara taşlara ve hatta şu çakırdikenine şahitlik ettirir. Yakayı ele veririsin.” Şimdi şu çakırdikenini görünce hatırladım da ona güldüm.”

         Kadın hiç belli etmez ama köye varınca doğru muhtarın yanına gider. Oradan Jandarmalara haber verdirir. Bir zaman sonra köye gelen jandarma Ökkeş’i de alıp bahsettiği dağdaki ulu ardıç ağacının etrafında gömülü cesedi bulurlar. Ökkeş geçte olsa adaletten kaçamaz.
Hoca Çobani

20 Şubat 2011 Pazar

Üzülme Deli Yüreğim

Çınarın Düşü

        Bir kuru ağaçmış, bir eğreti duvarmış düşlerimi yasladığım, hayallerini kurduğum. Şimdi görüyorum ki yaprak yaprak dökülmekteyim yaslandığım ağaçtan. Taş taş düşmekteyim umutlarımı sıraladığım duvardan. Ben her sabah yine olmazlara uyanıyorum, hani bir şeyi çok istersen olurdu, hani sevdiğin zaman sevilirdin. Hani geceler sadece azap çekenler için uzundu. Ben neden sabah olsun istemiyorum?

       Bir göçmen kuşmuş gönül verdiğim. İlkbaharda uçup geldi girdi gönlüme. Kuruyan otlar yeşerdi, tabiat çiçeğe durdu. Ilık bahar yeli rüyalarımı daha da yaşanılır kıldı. Bir düş ki bitmesin sonu gelmesin! Uyanmak istemiyorum. Sabah olmasın, güneş doğmasın beni rüyadan uyandıracaksa olmasın o sabah. Uyanırsam yaz mevsimini yaşamadan sonbahar gelecek. Rüyalarımdan çıkıp gidecek. Avucumdan uçup beni kışla, beni benle yapayalnız bırakarak çekip gidecek. Kışı hiç sevmem, soğuktan korkarım ben. Kim ısıtacak dondurucu gecelerimdeki yalnız düşlerimi? Kim saracak üşüdüğümde kollarıyla hayallerimi? Ne olur uyandırmayın beni ben rüyalarımda mutluyum.

       Bir gelincikti gönül verdiğim. İncecik bir bedenin üzerinde kırmızı yaprakları ile asaletin mahcubiyetin timsali idi. Hep nazenin, hep çekingen hep kırılgan, hep suskun. Ama bilmedim ki gelincik kendinin farkında değil. Gelincik belki üç dört ay yaşar ama sevenlerin gönlünde her dem can bulur. Ben nerede can bulacağım? Kırılmış dallarımla hangi sarmaşığa beden, hangi yaban hayatına yuva olabilirim, hangi çiçeğe gölge olabilirim? Hazan gelince dökülen yapraklarım hangi çiçeğin tohumunu koruyabilir kış ayazından? Kışın korunmayan gelinciğim baharla yeniden açar mı gözlerini? Müjdeler saçar mı divane gönlüme?

       Bir uçurum kenarında sarmaşıktı tutundu-ğum. Uzat ellerini âşık olduğum. Tut ellerimi düşüyorum. Aşağısı çok derin yarlarla dolu. Ayağım kayacak diye korkuyordum. Bilirsin ben her şeyden korkarım zaten, korkağın tekiyim ben. Ama dur bir dakika; artık korkmuyorum. Sebebini bilmiyorum ama yükseklik korkumu yendim ben. Acaba sarmaşık beni artık tutmaz oldu uçuruma düştüm de ondan mı korkmuyorum? Ey sarmaşık beni tutmaktan vaz mı geçtin? Tut ellerimi düşüyorum!

        Farkındaysan gelincik sen bende hepsin, ben sende hiç olsam da. Zaten tüm canlıları yaratan zaten yoktan, hiçten var etmemiş mi? Sayende aslıma dönüp hiç oldum. Hiçlik yalnızlık demekmiş. Yalnız yaşamaya alışacağım. Ama gelincik seni, seni hep seveceğim. Ve sana kendinin ne kadar değerli olduğunu anlatacağım. Ta ki sen kendi değerinin farkına varıncaya kadar.

Ben ellerimi uzattım.
Sende uzat ki çek beni uçurumdan.
Kurtar bu açmaz rüyadan !!!
Tut dallarımdan düşüyorum,
sensiz çok ama çok üşüyorum…

Oğlumun dedesi geldi!

        İhtiyar adam şehirde iş bulup orada evlenip, orada yaşayan oğlunun ziyaret etmek için oğlunun evine gider. Oğlu babasının gelmesinden mutludur.Oğul mutludur fakat gelin bu durumdan hiç hoşnut değildir. Kocasına diyemese de kendi kendini yemektedir gelin. İhtiyarın gelişinin ikinci gününde kocası işe gidince bir plan yapar ve uygulamay koyar. Bebeğini kucağına alır ve sevmeye başlar.

        “Oğlumun dedesi de geldi gelmeden gideside geldi.”

         Dede mesajı almıştır. Mesaj verme sırası dededir. Gelinine döner;

        “Kızım oğlumu ver de birazda ben seveyim.”

         Gelin bebeği uzatır. Dede bebeği kucağına alıp okşamaya başlar.

         “Bak gelin kızım bebek böyle sevilir.

         Senin sevdiğin şekilde aile gerilir.

         Oğlumun dedesinin adı Durali

         Bu günde buralı yarında buralı”

18 Şubat 2011 Cuma

21. Yüzyıl


        Köyünden dışarı çıkmamış çiftçilik yapan birisi artık rençberliğin karın doyurmayacağını tarlaların bölüne böülüne çoluk çocuğuna yetmeyeceğini fark eder ve oğlunu şehire gönderip okutur. Oğlan okumuştur hemen okulu ile ilgili bir mesleğe başlar. İş yerinde iyi bir mevkiside vardır. Evlenmeye karar verir. Babasına:


“Ben evleneceğim” der

“Oğlum iyi düşünmüşsün. Gel sana köyümüzden bir kız alalım onunda elinden tutmuş ol. Köyün işinden gücünden onuda kurtar. Köylümüz olduğu için huyunu tüyünü bilir. Sana saygıyla yaklaşır.”

“Hayır baba ben köyden evlenmek istemiyorum. Ben çalıştığım iş şehirde bir kız gördüm onu sevdim. Onunla evleneceğim.”

“Oğlum gönül bu ferman dinlemez. Ama bir daha düşün hangi kararı verirsen onu desteklerim.”

“Baba düşünmeye gerek yok ben o kızı seviyorum ve evleneceğim.”

“Tamam oğlum sen kararını vermişsin bize sen bilirsin demekten başka çare bırakmamışsın. İnşallah hayırlısı olsun.”

Oğlan şehre döner sevdiği kızla evlenir. Baba yüreği bu birkaç yıl sonra oğlunu özler, eviliği acaba nasıl diye merak eder. “En iyisi gidip bir bakayım diyerek şehrin yoluna düşer. Yaya olarak uzun süre yürür oğlunun evini bulur. Oğlu içeri buyur eder. Hoş beş derken oğluna bakar iyidir. Gelinine bakar gelin bir hayli açık giyinmiştir. Baba bundan rahatsız olur. Oğluna:

“Oğlum bu kıyafet nedir? Bu şekilde giyinilir mi? Ananı böyle hiç gördün müde hanımın böyle.”

“Aman baba burası şehir yeri artık zaman değişti. Artık yirminci yüzyıldayız giyim böyle moda böyle.”

Baba bozulur ama sesini pek çıkarmaz. Bunlara bir ders vereyim diye düşünür. Ertesi sabah gelin kalkıp kahvaltıyı hazırlamıştır. Kayın pederini uyandırmaya gider. Bir de ne görsün kayın peder odada nerede ise anadan üryan dolaşmakta. Koşup kocasına haber verir. Oğlan gelip babasını bu halde görünce birazda kızgın bir eda ile:

“Baba bu ne haldir böyle delirdin mi sen?”

“Hayır oğlum delirmedim. Gayette iyiyim ama ben bu gün herhalde yirmibirinci yüzyıla geçtiredivermişim”

17 Şubat 2011 Perşembe

Güzel seni çok özledim

Adım hazandır benim


Kuru yaprak gibi rüzgar savurdu beni
Sana olan susuzluğum kavurdu beni
Hayat acısıyla gamıyla yoğurdu beni
Kışa doğru giderim adım hazandır benim

Derdim var söyleyemem yaşarım
Acı çekerim budur benim kararım
Aşkından her daim Sararıp solarım
Dert bendedir adım hüzündür benim

Gün olur Leyla için çöllere düşerim
Fuzulinin kaleminde gazel olurum
Her sevdada ben kendimi bulurum
Yanmaya giderim, adım aşktır benim

Alıştırdın benli gelin beni güzel sevmeye
Mecnun gibi her yönde Leyla görmeye
Muradımdır, sinenden güller dermeye
Sinen uzaktır bana, adım elemdir benim

Bu gün varım yarın yoğum bunu bilin
Huzuru divana hesap yapıp hazır gelin
Peşine düşmeyin sakın şehvetin malın
Bana dünya derler, adım yalandır benim

15 Şubat 2011 Salı

Cengiz KURTOĞLU gece olunca

Bir Yar Yok !


Bu gün bir sıkıntı var içimde
Binbir düşünceler oluşuyor zihnimde
Söyle hiç aklına geliyormuyum seninde
Yine aklına getiren yok, bir yar yok

Alıp başımı çekip gitmek istiyorum
Yalnızlık çare değil çok iyi biliyorum
Bu günüm yok yarınım yok görüyorum
Yine yalnızlığımı bilen yok, bir yar yok

Yalan dünya neden yaptın bana böyle
Yaktın beni bu cehennem ateşlerinde
Bir hançer sokulu tamamen yüreğimde
Yine hançeri çıkaracak yok,bir yar yok

Unutamam Seni

Mutlu Değilmiş

Çınar ağacı gencecik bir fidanken sürekli hayaller kurar, her akşam ve sabah yaradanına dua edermiş. Her gün sabah, günün ışıması ile genç fidan duaya başlar;

“Allahım büyünce dallarım o kadar güçlü olsun ki insanlar çıkmakta güçlük çeksinler. En yukarıdaki dallarım bulutlara ersin. Ben yukarıdan bakınca tüm ormanı seyredebileyim. Bana en güzel sesli bülbüller gelsin dalımda yuva yapsın her daim aşk şarkıları söylesin. Gölgemde sadece en güzel açan güller yer alsın başka bitki arkadaş falan istemem. O güllerin mis gibi kokan çiçekleri sarı beyaz her renk açan yaprakları olsun.”

Bu dualar çok uzun zaman devam etmiş. Fakat bir zaman sonra oduncunun birisi kendisini kesmek için vurmuş baltayı. Çıkan sese ormancı gelmiş. Oduncunun baltayı almış oduncuyu da götürmüş oradan. Çınar ağacı çok sevinmiş bu duruma. Ama gövdesi de yaralanmış.

Zamanla yaralı haliyle büyümüş, etrafında neşe saçan serçeler, kelebekler, arılar uçuşur olmuş. Gölgesinde bir birinden güzel kır çiçekleri açmış. Hele o kır çiçekleri arasında açan gelincik bambaşka imiş.Her gün gelincikle sohbet eder. Hoşça vakit geçirirlermiş.Zaman akıp geçmiş su misali.

Bir gece düşünde çocukluk yıllarında yaptığı duayı ve hayallerini görmüş. Sabah olunca büyük bir huzursuzlukla uyanmış. Arkadaşlarından arı sormuş;

“Neyin var ? ne oldu?”

“Bilmiyorum mutsuzum.”

Arı;

“Neden mutsuzsun?”

“Genç bir fidanken geleceğe ait hayallerim vardı.” demiş, anlatmış hayallerini ve şimdiki durumunu.

Arı;

“Ama şu anki durumun çok iyi” demiş ama çınar ağacı ilgilenmemiş bile arının sözleri ile.

Serçeye gitmiş anlatmış hayallerini ve şimdiki halini.

Serçe;

“Kendini boşuna üzüyorsun biz senin yanındayız, bizler seni seviyoruz sen bizim için çok önemlisin!” demiş,

Çınar serçeyi de dinlememiş. Sonra en yakın dostu gelinciğe anlatmış derdini,

“Mutsuzum hiçbir hayalim gerçekleşmedi, ne yöredeki en yüksek ağacım nede dallarımda bülbüller şakıyor.Allah beni sevmiyor,sevseydi isteklerimi bana verirdi,”

Gelincik,bir ah çekerek durumlarının iyi olduğunu bu durularına şükretmek gerektiğini, anlatır ama, dinleyen kim?

“Bak böyle yaparsan hasta olursun kurur gidersin” der, fakat çınar dinlemez,dinlemek istemez,

Her gün bu durumu kara kara düşünürken etrafı ile ilişkisini keser içine kapanır. Mutsuzluğu daha da artar. Sonunda sağlığı da bozulur.Yapraklar sararmaya dallar kurumaya doğru gider. Ama bu durum hiç umurunda bile değildir. “Neden hayallerime kavuşamadım, Yüce Yaratan beni neden sevmemektedir.”

Böyle bir ruh halinde iken rüyasına bir melek girer. Ne olduğunu Allahın izni ile bilmesine rağmen sorar;

“Nedir bu halin, ne oldu sana?”

Çınar ağacı anlatır uzun uzun her şeyi dilinin döndüğünce. En son derki;

“Allah beni sevmiyor sevseydi gerçekleşirdi hayallerim.Kabul olurdu dualarım”

Melek;

“Allah seni seviyor ve tüm dualarını da biliyor ve kabul etti.”

Çınar;

“Madem biliyor neden hiçbir isteğim gerçekleşmedi? İstediklerimi neden vermedi?”

Melek;

“Allah yarattığı varlığın geleceğini düşünür. Ona görevler yükler. Sen o görevleri yerine getirdin mi ? Hem Allah seni o kadar seviyor ki senin istediğinden bile fazlasını verdi sana.”

Çınar;

“Rabbim benden ne ister?”

Melek;

“İçinde bulunduğun duruma şükretmeni ister. Ormanda açıkta kalan yurtsuz yuvasızlara yurt olmanı ister. Gölgende barınanlara daha sevgiyle şefkatle ilgilenmeni bekler. Hem Allah seni sevmeseydi seni kesmeye çalışan oduncuya engel olur muydu ? Şunu bil ki senin hayır bildiğin şeyde şer, şer bildiğin şeyde hayır vardır.”

14 Şubat 2011 Pazartesi

Mevlit Kandiliniz Kutlu Olsun

Alemlere rahmet olarak gönderilen peygamber efendimizin doğum günü dolayısı ile Tüm islam aleminin mevlit kandilini kutlarım.

Sevgililer Günü

Ömrüm ömrüne can olsun
Tüm sevenlerin ve sevilenlerin
Sevgililer günü kutlu olsun
Sevenler ve sevilenler mutlu olsun

Bilelim dünya fanidir dünya yalandır
Asıl sevgili ve sevilecek Resulullahtır.
Dünyaya malına zevkine kanma
Varacağın yar ve yaradandır

13 Şubat 2011 Pazar

Gidiyorum


Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Tenim çöl kumu rengine döndü,
Bir sen bana dönemedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Kan çanağı oldu ağlamaktan gözlerim ,
Yaşları bir sen silmedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Çınar sarardı, soldu, döktü yapraklarını
Kuruyan çınarı bir sen görmedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Batan güneş gibi arkamda bıraktığım kızıllığı,
Geceler oldu bir sen bilmedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Sana hayaller anlattım geceler boyu
Hayalleri bir sen duymadın,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Bana gözlerinle çok şey söyledin ama,
Gitme kal, bir seni seviyorum demedin,
Söyle, söyle beni hiç mi sevmedin ?

Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Sevgimi, yüreğimi, aşkımı alıp bu elden gidiyorum,
Senden kaçacağım ve fırtınalar ülkesine sığınacağım
Biliyorum sen beni hiç sevmedin.
Gidiyorum;
Gidiyorum iki gözüm,
Sana sığınmaya gidiyorum.
Demirleyecek liman sende,
Fırtınadan kaçıp, yine yeniden sana gelmek istiyorum
Çünkü seni çok, çok seviyorum,

12 Şubat 2011 Cumartesi

Kırmızı Buğday Cengiz Özkan

Neslihan Seni Hiç Sevmedin

Lider Kim?

Lider Kadın
Dost sohbetinde muhabbet muhabbeti açmış herkes çalışma ortamından bahsediyor, işyerindeki sıkıntılarını paylaşıyordu. Söz dönüp dolaşıp bana gelince iş yerimde hiç sıkıntım olmadığını söyleyince:

“Sen öyle san, herkesin iş yerinde sıkıntılar vardır. Ama sen yetkili olduğun için bazılarını sana hissettirmiyorlardır veya korkup anlatamıyorlardır.”

“Arkadaşlar elbette her yerde sıkıntılar vardır. Önemli olan bu sıkıntıları büyütmrk değil üzerine gidip çözmeye çalışmaktır. İsterseniz size başımdan geçen bir olayı anlatayım izniniz varsa?”

“Estağfurullah ne izni anlat bakalım neymiş bizde bilelim.”

“Çalıştığım ilçedeki eğitim öğretim seviyesini beğenmemiş o nedenle daha merkezi olan il merkezine tayinimi istemiştim. Çocuklarımın eğitimi için gönüllü olarak tenzili rütbe yaparak şehrin en merkezi yerlerinden birindeki kuruma müdür olarak atanmıştım. Şimdiye kadar bu kadar kalabalık bir ortamda görev yapmamıştım. Geldiğim zaman binanın merkezi olmasına rağmen hizmet alamada geri kaldığını gördüm ve çok üzülmüştüm. Bahçede üç tane ana bina haricinde üç dört tanede küçük küçük yapılar olduğunu bunların depo tuvalet gibi yapılar olduğunu buna rağmen hala erkek çalışanlarla bayan çalışanların aynı tuvaleti kullandığını tespit etmiştim. Eski idari yapı ve çalışanlar bu durumu kanıksamışlardı. Burada ne yaparsan yap değiştiremezsin diye olan motivasyonumuda yok etmeye çalışıyorlardı.”

“Hani sıkıntın yoktu ne oldu?”

“Durun arkadaşalr acele etmeyin. Ben bu bocalamaları yaşarken iki çocuk annesi bir çalışanım hep destek verdi. Hep olumlu önerilerle yanıma geldi. Eleştirmekten ziyade işe el attı. Mermerciden mermer istedik, bir yerden kum, bir yerden çimento, belediyeden hizmet istedik. İstedik dediysem beni yönlendiren hep o çalışanımdı. Hep benimle her yere gitti, hizmetin gelmesi için gecesini gündüzüne kattı. Binanın duvarını boyadı, Demirleri boyadı. Yetmedi o nazik elleri ile kilit taş döeşedi bahçeye. O taş döşerken diğer çalışanlar onu takdir etmediler ve eleştirdiler. O bütün eleştirilere şu cevabı verdi.”

“Arkadaşlar biz çalışanlara düşen bir problem varsa o problemin üstüne gitmektir. Ben sizin gibi yapmıyorum. Problemin parçası olmaktansa çözümün parçası olmayı tercih ediyorum.”

“İşte arkadaşlar o bayandan çok şey öğrendim. Benim olaylara bakış açımı değiştiren harika birisi idi o. Ben ondan ilham alarak o günden sonra hep çözümün parçası olduğum için iş yerindeki problemleri çözmek için çabalıyorum burda anlatmak yerine.”

11 Şubat 2011 Cuma

Üzüm Ferhat GÖÇER

Evi Kim Aldı?



Baba ile oğul tartışmaya başlamıştı. Evin hanımı tartışmayı engellemeye çalışıyor fakat engelleyemiyordu. Oğlu büyük şehirde karı koca öğretmenlik yapıyorlardı. Ev sahibi olmak için kooperatife girmişler bu nedenle önceki gibi rahatça harcama yapamadıkları için biraz sıkıntıları vardı.Babasını ikna etmeye çalışıyordu. Babası ise olmaz deyip başka bir şey demiyordu.

“Baba ne olacak benim için bir tane tarla satsanda bu sıkıntıları yaşamasam.”

“Olmaz oğlum satamam o tarlaları alamak için yemedim, içmedim, boğazımdan kestim aldım. Bir malı satmak çok kolay ama almak çok zor.”

“Öyle ama bak sıkıntı çekiyorum.”

“Oğlum benim çektiğim sıkıntının yanında sen sıkıntı mı çekiyorsun? Benim gibi aç kalıp pelit giliği mi (meşe palamutu) yedin? Geyecekten (yaban elması) ekmek mi yedin? Yoksa mısırı sökülmüş darı kazığımı un haline getirip ekmek yapıp onu mu yedin? Söyle bana ben sana bunların hangisini yedirdim. Hiç birini yedirmedim ama ben hepsini yokluktan yedim.”

“Sen benim için ne yaptın ki?”

“Oğlum benim senin gibi beş tane daha çocuğum var. Ben yokluk çekerken size hissettirmedim dört tanenizi şehirlerde okuttum, evlendirdim atalık görevimi yaptım. Bakalım evlatlarına sen ne yapabileceksin?”

“Ben onların geleceğini hazıladım bile baba. Şehirde aldığım ev onlara yeter. Okutuyorum oda var. Daha ne olsun?”

“Yanılıyorsun evlat o evi sen almadın ben aldım. Ben seni okutmasam, sen o evi alabilir miydin? İkincisi çocuklarımı okutuyorum diye sevinme. Önemli olan ekmek sahibi yapmak onu yap sonra görüşelim.”

“…”

“Bak oğul öğretmen olmana güvenme sen anana babana hayırlı evlat olmaya bakki evlatlarında seni örnek alıp iyi vatandaş olsun. Yoksa hem senin hemde çocuklarının geleceği pek iyi değil.”

İstanbul Sokakları

Yediveren

10 Şubat 2011 Perşembe

Hava Değişimi


 
Köyün en çelimsiz gençlerinden biriydi. Babası dağda başkalarına ait olan davar sürülerinin çobanlığını yapardı. Anası diğer köy kadınları gibi sabahtan gece yarılarına kadar çoluk çocuğu için çabalar, onları sağlıklı yetiştirmek için mücadele ederdi. Ertesi gün devre arkadaşları ile beraber köyden yola çıkıp en yakın askerlik şubesine teslim olmuşlardı. Arkadaşlarının az veya çok harçlığı varken buna yol harçlığı veren bile çıkmamıştı. Ama mutluydu vatani vazifesini yapacak memleketine hizmet edecekti.
Askerlik çok kolay değildi elbet buna rağmen ilk başlarda hiç zorlanmadı. Sabah erken kalkmak zaten problem değildi. Köy hayatında buna alışıktı. Askeri eğitim biraz ağır geliyordu sadece. Bunada alışırım elbet diye düşündü. Fakat gün gün daha da zayıflaması ve güçten kesilmesi komutanlarının dikkatini çekmişti. Çelimsiz askeri istemese de revire havale ettiler. Revirde çare olamyınca doğru askeri hastaneye yatırdılar.
Hastanede birkaç ay kalmasına rağmen pek bir düzelme görülmediğinden doktorlar hastadan umudu kesmişlerdi. Baş hekim yanındaki servis doktoruna:
“Bu askere hava değişimi verelim gitsin baba ocağında bari ölsün.” Diyerek hava değişimi yazılmasını emreder ve hava değişiminin bitiş tarihini açık bırakır ve şöyle der:
“Ne zaman iyileşirsen o zaman gel.”
Bunun üzerine komutanların askerlerin kendi arasında topladıkları paraları yol harçlığı yaparak Toroslarda ki köyüne geri gelir. Anası babası o sırada katran, ladin, köknar, ardıç ağaçlarının bol bulunduğu bir ormanın kenarına yaylaya çıkmışlardır. Anası her gün keçi sütü yoğurdu ile besler oğlunu işinden fırsat buldukça köyden de taze erik getirip yedirmektedir.
Ormanın temiz havasından mı soğuk suyundan mı, erikten mi yoksa keçi sütünden midir nedense gün gün toparlar kendini hasta. İki üç ay gibi bir sürede hiçbir şeyi kalmaz.  Ayağa kalkar odun toplaya gider davr gütmeye babasına yardım etmeye gider. Artık tamamen iyileşmiştir. Vatan borcu yarıda bırakılmaz geri dönüp tamamlamalıdır. Askerlik yaptığı bölüğüne geri dönünce komutanlar şaşırır. Çünkü doktorlar umutsuz konuşmuş bir haftaya kalmaz ölür dedikleri adam karşılarındadır. Komutanlar hemen askeri hastaneye gönderirler kontrol için gören doktorlar hayretten küçük dillerini yutmuştur adeta.
“Oğlum ne oldu anlat bize nasıl iyileştin hangi ilaçları kullandın hangi doktora gittin?”
“Komutanım hiçbir doktora gitmedim, hiç ilaç içmedim.”
“Oğlum o zaman nasıl iyileştin? Biz senden umudu kesmiştik. Nerede yaşadın iyice anlat.”
“Komutanım köyümüze döndükten sonra ormanın kenarındaki kelif dediğimiz obamıza yerleştik. Anam her gün taze keçi sütü içirdi taze yoğurt yedirdi. Taze erik getirirdi onu yedirirdi. Birde sürekli yaylanın soğuk suyundan içtim. Bir gün sabah erkenden kalmış buz gibi yayla suyunu içmiştim. Obada yiyecek bir şey bulamayınca aç karına bol miktarda erik yemiştim. Bir saat sonra fena şekilde karnım ağrımaya midem bulanmaya başladı. Çıkarmaya başladım öğürerek. İlk başlarda sanki midemden irin geliyordu. Sonra kan gelmeye başladı. Bir miktar kan geldikten sonra rahatlamıştım. Karnımda ağrıda kalmamıştı. O günden sonra bir daha sıkıntı çekmedim.”
“Oğlum o orman içindeki yaylada temiz hava, soğuk su ile keçi sütü seni iyileştirmiş. Yaylanızın kıymetini bilin.”

Bıçak Sapı


 
Bir gün her çocuk gibi ana babamıza naz edip sofradaki yiyeceği kendimizce begenmemiş farklı bir şeyler yaptırabilirmiyiz diye planlar yaparak sofraya küsmüş ve oturmamıştım. O zamanlar yaşadığımız köydeki en iyi yiyeceklerden birisi tavada tereyağı ile yumurtanın pişirilmesi idi. Babam;
“Hadi garı kalkta şunu nazlandırma bir yumurta kırıver.
“Böyle alışırsa sofra alışkanlığı kazanmazlar.”
“Sen onu şimdi düşünme, ben hallederim.” Deyip annemi ikna etti. Bunun sonucunda bende afiyetle yumurtamı yemiştim.
Aradan zaman geçtikten sonra bir gün babam:
 “Oğlum bahçeden birkaç turp sök gel akşama yiyelim.”
“Aman baba turpta yenir mi.”
“Yenir oğlum yenir. Ben sana bir olay anlatayımda öğren.” dedi. Meraklanmıştım acaba ne anlatacak diye.
“Eskiden bir adamın hiç çocuğu olmuyormuş, eğer bir çocuğum helede bir oğlum olursa onu üzmeyeceğim istemediği şeyleri yaptırmayacağım diye her zaman Allaha el açar dua edermiş. Duanın açmadığı kapı yok oğlum. Allahta adamın duasını kabul etmiş. Gel zaman git zaman bir oğlu olmuş. Oğlan ay gibi parlak bir erkek güzeli imiş bakanın bir daha bakası gelirmiş. Babası söz verdiği üzere oğlunu hiç üzmemiş, gücü yettiğince her dediğini yapmış. Oğlan istediğini yemiş istemediğini yememiş. Ana babasıda hiç zorlamamışlar şunu ye bunu ye diye. Adamın kimsenin bakmaya kıyamığı oğlu bir gün hastalanmış. Hemen doktora götürmüşler. Doktor film tahlil derken sonucu açıklamış.
“Oğlunun karnında büyük bir ur var çok az bir ömrü kalmış. Uru alarak şansımızı deneyebiliriz, yalnız garanti veremem iyileşme şansı yok denecek kadar az.”
“Ne olur doktor kurtar oğlumu biricik evladımı ne istersen yaparım.”
“Amca biz deneyeceğiz ama gerisi cenabı Allaha kalmış ömrün süresini belirleyen O, ne bir dakika elsik ne bir dakika fazla yaşayabiliriz. Evet dersen ameliyat edebiliriz.”
“Tamam doktor sen bilirsin, ameliyat edelim”
Hastayı amaliyata alırlar fakat ne yazıkki hasta kurtulamaz. Baba oğlunun karnından çıkan uru görmek ister. Uru görünce derki:
 “Oğlumu öldüren uru sürekli yanımda taşımalı ve oğlumun ölümünü ve ölüm olduğunu bana sürekli hatırlamalıyım.” Oğlunun defin işlemi bittikten sonra ameliyatta çıkan urdan sürekli elinin altında bulunacak bir eşya yaptırmaya karar verir. Bıçak sapı olabilir deyince etraftakiler, bir bıçak yaptırır. Uzun yıllar bıçağı ölümü hatırlatan bir nesne olarak kullanır. Bıçağın sapı o kadar serttir ki neredeyse kırılması imkansızdır. Bir gün turp doğrarken bıçağın sapı erimeye elinde yumuşamaya sonrada erimeye başlar. Sonra olayı anlayıp dövünmeye başlar.
“Keşke oğlumu sağlığında bazı şeyleri yemeye zorlasaymışım. Her şeyin dermanı bitkilerde varmış.” Der.
“Oğlum sen de inşallah bu hikayeden gerekli sonucu çıkarırsın.”

7 Şubat 2011 Pazartesi

Çınar Altında




Çınar Altında

 

Ben bir ulu çınarım yol kenarında
Zamanın adı olmaz benim yanımda
Kuşlar yuva yapmış en uç dalımda
Gel zaman senin şimdi çınar altında

Ben bir ulu çınarım köy meydanında
Ne insanlar göç eyledi yanıbaşımda
İhtiyarlar hasbihal etti binek taşında
Gel zaman senin şimdi çınar altında

Ben bir ulu çınarım dere yanında
Dallarım odun oldu ocak başında
Oyunlar kurdu çocuklar kozaklarımda
Gel zaman senin şimdi çınar altında

Ben bir ulu çınarım yayla yolunda
Bebeklere kundak oldum çocuklara salıkcak,
Gelecek nesil ata izini bende bulacak
Gel zaman senin şimdi çınar altında

5 Şubat 2011 Cumartesi

Çiy Damlası



Çiy Damlası


Sen çiy damlasısın seher vaktinde
Muştularsın sabahı gece köründe

Ben bir kırağıyım soğuktan kristalleşmiş
Bahar yoktur bende bakarsın kış gelmiş

Sen bir güneşsin aydınlık ve sıcak
Güzelliklerin hepsi sendedir ancak.

Ben çölde gece kanlığıyım aşırı soğuk
Akbabaları haber veririm boğuk boğuk

Sen atlas kumaş gibisin yumuşak ve parlak
Sararsın sevdiğini olsa da bir acemi çaylak

Ben ki eski libas gibi lime limeyim
Alıp başımı çok uzaklara gitmeliyim

Sen gelincik gibisin her şeyi zarifçe saran
Hayat sensin,gönül telini titretmesin hicran

Ben su dikeni gibiyim dere kenarında
Gören olmuş mu beni maşuk yanında

Sen bir ceylan gibisin ürkek ve çekingen
Ölürsün sevdiklerin için geçersin serden

Ben yaşlı kurt gibiyim tüyleri dökülmüş
Aldığı darbelerden dişleri bile sökülmüş

Sen bir nergis gibisin nazik ve hassas
Aşığından başkasına yapmazsın iltimas

Ben koca bir kuru kütük gibiyim içim geçmiş
Köklerimde yaşayan kurtlar bile beni terk etmiş

Sen yağmur damlasısın, bereket olursun
Herkese yüreğinde şefkatle dolusun

Ben dolu yağışı gibiyim her zaman sert ve kırıcı
Tüm ümitleri ürünleri götürüp yok edip yıkıcı

Sen bir su perisisin, nilüferler senle açar
Suyun tatlı ve berrak tuzlu denizlere akar

Ben sel suyu gibiyim umutları alıp götüren
Çamurlu suda timsah misali hayat bitiren

Sen asilsin, karşı durmazsın kimseye
Dertleri Allahtan bilir çekersin sineye

Hoca Çobaniyim vurulmuşum bir asiye
Edemedim deli divane gönlümü terbiye

    

2 Şubat 2011 Çarşamba

Dost;



Bu günden yarına bakmamızı sağlayan dayandığımız dağdır.
Dost bu gün değildir,  yarındır.
Dost gölgesine sığındığın çınardır.
Dost kana kana su içtiğin pınardır.

Gölge mi lazım dosta git.
Susadın mı dosta git.
Dayanak mı istiyorsun dosta git